“Bu tarihte bizler de varız…”

“Bu tarihte bizler de varız…”

Onbeşler, Mustafa Suphi ve Yoldaşları

29 Ocak 2015 günü F.Almanya’nın Frankfurt kentinde, Frankfurt Türkiye Halkevi salonunda düzenlenen 15’leri Anma Toplantısında, toplantıyı düzenleme kollektifi adına yapılan konuşmayı dikkatlerinize sunuyoruz.

Değerli arkadaşlar, sevgili yoldaşlar,

Uzun bir aradan sonra böylesine anlamlı bir günde sizlerle beraber olmak, sevindirici ve umut verici. Bir sohbet esnasında oluşan bir fikrin kolektif bir çalışmaya dönüşüp, bugün bu katılımla yaşam bulması nostaljik bir takıntıyı değil, bir gereksinimi, hatta bir zorunluluğu ifade ediyor. »Toplumların bugüne kadarki tarihinin sınıf savaşımlarının tarihi olduğuna«, burjuvazinin iddia ettiği gibi »tarihin sonunun« gelmediğine ve kapitalizmin insanlığın ulaşabileceği tek zirve olmadığına, aksine savaşsız ve sömürüsüz bir dünyanın olanaklı olduğuna inananların yeniden bir araya gelip, dünyayı yorumlamak ve daha önemlisi, dünyayı değiştirmek için harekete geçme zorunluluğunu ifade ediyor.

Evet, 1990 sonrasında kapitalizm dünya çapında büyük bir zafer elde etti. Ama bilinçli işçi sınıfı ve komünistler bunu geçici bir politik yenilgi ve gerileme olarak nitelendirmektedirler. Dünya, sınıf savaşımları tarihinde ezilen ve sömürülenlerin çokça yenilgilerine tanık oldu. 1871 Paris Komünü deneyi sadece 72 gün sürmüştü. 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi deneyi ise 73 yıl boyunca dünyadaki tüm dengeleri değiştirdi. İlk kez işçi sınıfının iktidarının olanaklı olduğunu gösteren sosyalizm deneyi, tüm hatalarına, olumsuz pratiklere, sapmalarla zayıflamasına ve nihâyetinde yenilmesine rağmen, insanlığın bilinçli işçi sınıfının öncülüğünde baskı ve sömürüden kurtuluş mücadelesi için zengin bir deney hazinesi, ilham kaynağı olan olumlu yönleriyle daha iyisini yapabilmek için emsalsiz bir yol gösterici olarak hafızalarımızda kalacaktır.

Kalacaktır, çünkü dünyamızda ezilen ve sömürülenler için değişen bir şey yok. Emek sömürüsü tüm şiddetiyle devam etmekte, sermaye diktatörlüğü pervasızlaşarak güçlenmekte, kapitalizmin organik krizleri insanlık ve doğa için ağır sonuçlara yol açmayı sürdürmektedir. Emperyalizm savaşlar, din ve mezhep çatışmalarıyla dünyayı kan gölüne çevirmekte, halkları karşı karşıya getirmek ve sınıfı bölmek için ırkçılığı, milliyetçiliği ve barbarlığı teşvik etmekte ve BM dahil, tüm uluslararası kurumları kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktadır. Dünya nüfusunun yüzde birinin, geri kalan yüzde 99’dan daha zengin olması, her 19 saniyede bir çocuğun savaşlar, açlık veya hastalık nedeniyle yaşamını yitirmesi, 1 milyarı aşkın insanın açlık sınırında yaşamak zorunda olması, kapitalist üretim tarzının vahşete ve barbarlığa yol açtığı gerçeğini kanıtlamaktadır. Kısacası, reel sosyalizmin yıkılmış olması hiç bir şeyi değiştirmemiş, aksine savaşların, sömürünün ve baskının daha da artarak devam etmesine neden olmuştur. Sistem alternatifinin yok olması, ceberut burjuvaziyi daha da saldırganlaştırmıştır.

10 Eylül 1920’de Büyük Sosyalist Ekim Devriminin etkisi altında ve Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki bağımsızlık savaşının ateşleri içerisinde Türkiye Komünist Partisi’ni kuranlar, muhakkak ki böylesi bir gelişmenin olabileceğini akıllarına dahi getirmemişlerdi. Aksine Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiye Komünist Partisi Kafkasya’da Türkiyeli komünistlerden oluşturulan Kızıl Alaylar ile emperyalist ve işgalci güçlere karşı yürütülen savaşa katılmaya geliyordu.

Türkiye Komünist Partisi, Türkiye burjuvazisinin emperyalizm ile uzlaşmasını engellemek, işgalcilere karşı yürütülen savaşı, toplumsal kurtuluş savaşına yükseltme amacını güdüyordu. İşbirlikçi Kemalist burjuvazinin amacı ise, TKP’nin bu politikasını boşa çıkartmaktı. Mustafa Suphi Ethem Nejat ve diğer yoldaşlarımızın katli, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturacak unsurların en önemli siyasi cinayetlerinden birisidir ve bir iki generalin icraatına indirgenecek nitelikte değildir. Bu cinayet son derece amaçlı, hedefli ve sonuç almaya yönelik işlenmiş bir cinayettir.

15’lerin katli Türkiye burjuvazisi açısından üç nedenle çok önemlidir:

Bir kere Mustafa Suphi ve yoldaşları ülkeye sosyalist, federatif bir Sovyet cumhuriyeti programı ile gelmişlerdi. Hedefleri, başlayan savaşı toplumsal kurtuluş savaşına yükseltmekti. Bu politika Türkiye Komünist Partisi’nin, Komintern’in politikasıydı. Cinayet, bu politikayı önleme amacıyla işlenmiştir.

İkincisi, 15’lerin katliyle Türkiye Komünist Partisi’ni yok etmek hedefleniyordu. Burjuvazi bunu başaramadı ama çok zarar verdi. 15’lerin katledilmesinden sonra parti yönetimi Kemalist politikaları destekleyen Şefik Hüsnü ekibinin eline geçti.

Üçüncüsü, bunlara bağlı olarak bu yöntemle Büyük Sosyalist Ekim Devriminin idelerinin başka ülkelerde yaşama geçirilmesi önlenmiştir. Sosyalizmin ve Komünizmin enternasyonal bir hedef olduğundan yola çıkıldığında, bu önlemin dünya komünist hareketine ve oluşacak dünya sosyalist sistemine ne denli zarar verdiği belirginleşir. Sovyet Rusya için o dönemde büyük önem taşıyan Almanya’da, Almanya Komünist Partisi KPD’nin kurucuları Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un benzer yöntemlerle katledilmeleri bu savı onaylamaktadır.

Bu üç olgudan hareket ettiğimizde 15’lerin katlinin hem Türkiye siyaseti açısından çok derin önemi olan, hem de uluslararası boyutu olan bir cinayet olduğunu görürüz. Bu cinayet, burjuvazinin ve sermayenin uluslararası güçlerinin o dönemde Ekim Devrimine karşı uyguladıkları stratejinin önemli bir halkasıdır.

O nedenle 15’lerin katledilmesinin, Mustafa Kemal’in kişisel arşivleri dahil, tüm arşivlerin açılarak netleşmesini sağlamak, sadece Komünistlerin değil, tüm devrimci demokratik güçlerin görevi olmalıdır. Çünkü bu cinayetin asıl sorumluları ortaya çıkartılırsa, hem 15 Haziran 1915’de İstanbul’da katledilen Ermeni sosyalisti Paramaz Sarkisyan ve 18 yoldaşının, hem bu yıl 100. yıldönümü olan Asuri-Süryani ve Ermeni Soykırımının gerçek failleri, hem de Kürtlere karşı yürütülen kirli savaş dahil olmak üzere, bugüne kadar gerçekleştirilen bütün siyasi cinayetlerin asıl sorumluluları ortaya çıkarılacaktır. İşte bu nedenle görevimiz sadece her yılın Ocak ayında 15’leri anmak değil, onların katlini aydınlatmaya çalışmak, 15’lerin ilke ve amaçlarını gündelik mücadelelerimizde yaşama geçirerek 15’leri yaşatmak olmalıdır.

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

1922’den bu yana yasaklı olan Türkiye Komünist Partisi’nin kurucularının aklına, günün birinde partinin bizzat kendi yöneticileri tarafından likidasyona uğratılacağı da şüphesiz hiç gelmemiştir. Maalesef TKP, tarihinin kimi dönemlerinde Kemalizmin, reformizmin ve sağa kaymanın etkileri altında kalmış, burjuva diktatörlüğünün saldırılarına defalarca maruz bırakılmıştır. Nitekim 1973 atılımıyla kitleselleşen TKP, 1983 yılında Bilen yoldaşın ölümünden sonra, partiyi likidasyona dek sürükleyen Haydar Kutlu yönetimindeki ekip tarafından lağvedilmek istenmiştir.

Bugün ise, 1975 tüzüğüne dayanarak partinin likidasyonuna son verildiğini ilân eden kadrolar ortaya çıkmıştır. TKP Merkez Organı ATILIM Gazetesinin 2010 senesinde yeniden yayınlamaya başlanması ve ülkede basılıp, yaygın dağıtımına geçilmesi ile ve aynı zamanda, türkiyekomünistpartisi.org ve tkp-online.org adlı sitedeki açıklamalardan anlaşılabileceği gibi, TKP’nin 5.Programını tartışmaya açan bu kadrolar, Mustafa Suphilerin, Ethem Nejatların, Nazım Hikmetlerin, Reşad Fuadların, Yakup Demirlerin, Aram Pehlivanyanların, İsmail Bilenlerin, Deniz yoldaşların Bolşevik, Kominternci, Leninci hattının temsilcisi olduklarını ve ilkesel olarak tüm Kemalist eğilimlere kapıyı kapattıklarını açıklamaktadırlar. Nazım gibi 19 yaşında TKP’ne alınma onurunu elde eden bir yoldaşınız olarak şahsen bu gelişmeyi, yeniden Marx’ın ve Lenin’in temsil edildiği bayrağın altında toplanma olarak değerlendiriyor ve büyük umutlarla selamlıyorum.

Bugün burada toplananlar olarak belirli konularda ayrı düşünüyor olabiliriz. Belki de parti ve tarihi konusunda da farklı değerlendirmeler yapıyoruzdur. Ancak bir konuda, kapitalizmin neoliberal uygulamalarına ve emperyalist saldırganlığa karşı kayıtsız kalmaya devam etmeme, gerek geldiğimiz ülkede gerekse de yaşadığımız bu ülkede sosyalizm mücadelesini güçlendirme konusunda hem fikir olduğumuza inanıyoruz.

Hiç birimiz emperyalist-kapitalist sistemin ciddi ve derin ekonomik krizler yaşadığından şüphe duymuyoruzdur. Bu krizler burjuvazi açısından politik istikrarsızlıklara neden oluyor. Dış politikada sistem içi ülkeler arasında çıkan çelişkileri ise keskinleştiriyor. İç politikada krizlerin bedeli işçi sınıfına, geniş emekçi yığınlara ödettirilmek isteniyor. Bu olgu da, tek tek ülkelerde sınıf savaşımını keskinleştiriyor. Grevler, işçi direnişleri yaygınlaşıyor. En son Yunanistan’da gördüğümüz gibi, komünistlerin, sınıf sendikalarının etkinlikleri artıyor.

Emperyalist merkezler bu koşullarda hem aralarındaki çıkar çatışmalarından dolayı olan hesaplaşmayı sertleştiriyorlar, hem de tek tek ülkelerdeki sınıf hareketlerini, daha henüz gelişmeden bastırmak istiyorlar. Bu planı uygulamak içinse önce »teröre« ihtiyaç duyuyorlar, ardından bu terörü gerekçe göstererek, baskı yasalarını ve »güvenlik« uygulamalarını sertleştiriyorlar. Burjuva demokrasisinin içi oyularak, baskıcı ve diktatoryal yöntemleri geliştiriyorlar.

Bugün Almanya’da, Fransa’da, İspanya veya İtalya’da olan da budur; Türkiye’de Cizre, Sultanahmet vb. olaylar bahane edilerek yapılan da aynısıdır. Türkiye’nin egemen sınıfları, burjuva demokrasilerinin görece uygulandığı merkez kapitalist ülkelerdeki otoriterleşme tandansları ile tam bir uyum içerisindedirler. Bu açıdan, AB Türkiye’de darbeye müsaade etmez düşünceleri de doğru değildir. Darbelerin çeşitli biçim ve yöntemleri vardır. İhtiyaç hissedilirse, Türkiye burjuvazisi askeri de devreye sokmaktan çekinmeyecektir. Söz konusu olan burjuvazinin iktidarını ve uluslararası çıkarlarını korumak ise, savaş da dahil, göze alamayacakları ve yapamayacakları hiç bir uygulama yoktur. Bu mutlaka askeri bir darbe anlamına gelmemektedir elbette. Yürürlükteki cunta anayasasına dayanarak ve devlet kurumlarının işbirliği içerisinde sivil görünümlü faşist bir diktatörlük uygulaması da mümkündür. Ve bu bağlamda başka hiç bir ülkenin burjuvazisi, bilhassa AB, göstermelik açıklamalar ve belki bazı sözde yaptırımlar dışında, Türkiye burjuvazisi açık faşist diktatörlük kurdu veya komşu ülkelere saldırdı diye, hiç bir eleştiri yapmayacaktır.

Burjuvazi açısından sermayenin dini, imanı yoktur. Din, iman, bayrak, ulus, savaş, terör, burjuvazi için iktidarını sürdürmek amacıyla işçi sınıfını ve ezilen, sömürülen emekçi yığınlarını yanıltmak için kullandığı araçlardır. Halkları bölerek yönetmenin yöntemleridir. Burjuvazinin bu yöntemlerinden diğer bir tanesi de işçi sınıfı hareketi içine »sol« maskeli liberalizmi, ulusalcılığı, reformistlik mikrobunu şırınga etmek, uzlaşmacılığı körüklemektir.

Türkiye’deki AKP rejimi bu yöntemleri kullanarak, ekonomisi iflas etmiş bir iktidarı koruyabilmek için her yolu denemektedir. İktidarı korumanın tek yolu baskı, sindirme ve zor unsurlarıdır ve bu çizgi bugün beş alanda geliştirilmektedir.

Birincisi, yeni güvenlik paketi ile polis devleti güçlendirilmekte, önceki yıllarda göstermelik olarak kaldırılan uygulamalar yeniden yürürlüğe sokularak, faşizan yöntemler geliştirilmekte ve diktatörlük oluşturmaya çalışılmaktadır.

İkincisi, dış politikada saldırganlık devam etmekte, buna yasal kılıflar uyarlanmakta ve böylelikle »milli birlik ve beraberlik« demagojisi yapılmaktadır.

Üçüncüsü, sözde çözüm süreci ile 2015 seçimlerine burjuvazi açısından »güvenli« bir ortamda girilmeye çalışılmakta ve bu taktik »Kürt sorununu biz çözdük« edasıyla oy avcılığında kullanılmak istenmektedir.

Dördüncüsü, iktidarın oy tabanını sürekli hale getirmek ve toplumu istenilen kalıba sokmak için gerici-faşist eğitim ve kültür politikaları uygulanmaya sokulmakta, Osmanlıca veya ilkokuldan itibaren zorunlu din dersleri gibi zorunluluklar getirilmektedir.

Beşincisi, 2015 seçimlerine engelsiz girebilmek için işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin sırtından tahsil edilen vergiler ve harçlar artırılmakta, bedelli askerlik uygulamaya sokulmakta, yakıt, elektrik ve doğal gaz fiyatlarına zam yapılmakta, destekçi ülkelerin yardımıyla yaratılan kaynaklar sayesinde taşıma suyla değirmen döndürülmeye çalışılmaktadır.

Türkiye halkları, en azından belirli bir kısmı, bu politikalara karşı duyarsız değil tabii ki. Onbinlerce tekstil, gıda, metal ve maden işçisi direnişte. Devrimci demokratik muhalefet güçleri seçim barajının kaldırılması, yeni güvenlik yasalarının yürürlüğe girmemesi için yeni direniş odakları oluşturuyorlar. Kürt halkı sözde çözüme hayır diyor, yığınsal sivil direnişi örgütlüyor. Kobani’yi DAİŞ çetelerinden 135 gün sonra temizleyen Kürdistan Özgürlük Hareketi silah bırakmayacağını ilân ediyor. İktidar ise bakanların, başbakanın ve cumhurbaşkanının hırsızlık ve yolsuzluklarını gizlemek için iç hesaplaşmalarını hızlandırıyor, gündemi değiştiriyor. Yaygın medya burjuva iktidarının kontrolünde bilgi kirliliği yaratıyor, sansürler ve dezenformasyonla gerçekleri gizliyor ve propaganda mekanizmalarını işletiyor.

Tüm bunlar AKP iktidarının sermayenin, burjuvazinin diktatörlüğü olduğunu kanıtlıyor. Ama kimi kesimlerde »AKP gitsin, kötünün iyisi gelsin« yaklaşımı sergileniyor. Bizce bu yaklaşım, AKP ile uzlaşma kadar sınıfa ve halklara ihanet anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı hiç bir zaman kendi iktidarı dışında bir alternatife mahkum değildir. Burjuvazinin diktatörlüğünü hedefine koyan bir mücadele hâlâ olanaklı ve gereklidir. Ki, küresel gelişmeler, 2015’de beklenen devinimlerin böylesi bir mücadeleyi gerekli kıldığını göstermektedir.

Ancak asıl mesele Türkiye’deki devrimci-demokratik güçlerin bu devinimleri gerçek bir değişim için kullanıp, kullanamayacaklarında yatmaktadır. Türkiye’de yapılacak genel seçimler kuşkusuz yeni fırsatlar doğurmaktadır. Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürdistan Özgürlük Hareketinin devrimci-demokratik güçleri, sermaye diktatörlüğünden başka bir şey olmayan AKP rejimini sarsacak bir alternatifi oluşturma şansına sahiptirler. Halkların Demokratik Kongresi, Birleşik Haziran Hareketi ve şu an bu iki oluşumun dışında kalan Halk Evleri ve Halk Cephesi, ortak hareket etme basiretini gösterebilirlerse, ezilenler ve sömürülenler lehine, sosyalizm mücadelesinin yeni bir ivme kazanması için tarihsel bir değişim olanağını yaratabilirler.

Koşullar, Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürdistan Özgürlük Hareketinin devrimci-demokratik güçlerinin tüm bileşenleri ile ortak harekete geçmelerini sağlamaya uygundur. Koşullar uygun olmakla birlikte, devrimci-demokratik güçlerin önüne ezilen ve sömürülen yığınlar lehine olan mücadeleyi ortaklaşa örme görevini koymaktadır. Bu, hepimize yönelik bir meydan okumadır ve hiç bir tekil çıkar bu görevin yerine getirilmesini engellememelidir.

Bu meydan okumanın gereğini layıkiyle yerine getirmek aynı zamanda 15’leri anmanın, onların ilke ve amaçlarını gündelik mücadelelerimizde yaşama geçirmenin en anlamlı yöntemi olacaktır. Bugün 15’leri yaşatmanın yolu, katledilmelerinin 94’üncü yılında, coğrafyamızdaki ortak mücadeleyi örmek için kolları sıvamaktan geçmektedir. 15’ler, tarihimizin unutulmayacak bir parçasıdır. Bu tarihte bizler de varız. Önünde saygı ile eğildiğimiz anılarını, bizler yaşatacağız.

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

Bu toplantıyı organize eden kollektif olarak sizlere bir teklifte bulunmak istiyoruz. Rosa Luxemburg’un »Başarı sağlayacak yegane şiddet, siyasi eğitimdir« sözünden hareketle, sizleri ayda bir kez bir araya gelmeye, beraberce gelişmeleri değerlendirmeye, görevlerimizi ortaklaşa yerine getirmenin yolunu beraberce aramaya ve elbette birlikte sohbet etmeye davet etmek istiyoruz. Her devrimciye, sosyaliste ve komüniste açık olmasını istediğimiz bu toplantılarla, sazımızın, sözümüzün, türkülerimizin eksik olmadığını, »görüşlerimizi ve niyetlerimizi gizlemeye tenezzül etmeyenler« olarak, kazanacağımız koskoca bir dünya olduğunu unutmadığımızı dosta düşmana ilân etmek istiyoruz. Böylesi bir birlikteliği sürekli hâle getirmek, kuşkusuz hepimize motivasyon ve güç verecektir. Sizlerin bu davetimize olumlu yanıt vereceğiniz umuduyla, 15’leri anma toplantımıza katılmanızdan dolayı teşekkür eder, her daim komünist duruşu sergileyebilmenizi dileriz.

15’lere sözümüz olsun: Mustafa Suphi’lerin, İsmail Bilen’lerin, Deniz Gezmiş’lerin, İbrahim Kaypakkaya’ların, Mahir Çayan’ların, Mustafa Hayrullahoğlu’ların, Mahsum Korkmaz’ların, Meryem Karakız’ların, Sakine Cansız’ların ve bu uğurda şehit düşen onbinlerce devrimcinin, komünistin kanları bu şekilde yerde kalmayacaktır, uğruna can verdikleri mücadeleleri zafere ulaşacaktır.