Sovyetler Birliği ve Dünya Sosyalist Sisteminde karşı-devrim otuzuncu yılına yaklaşıyor. Fakat Polonya’da CIA destekli “Solidarnoş” hareketinin, Sovyetler Birliği’nde karşı-devrimci muhalefetin “yenilenme” adıyla etkinliğinin arttığı, Macaristan, Çekoslovakya ve Demokratik Almanya’da özellikle katolik kiliseleri üzerinden karşı-devrim hareketlerinin su yüzüne çıktığı dönem 30 yılını tamamladı. Ülkemizde de TKP’nin likidasyonunda üçüncü evreye işaret eden “Dönüşler” üzerinden 30 yıl geçti.
***
Anımsarsak, 1987 ile 1992 yılları arası dönem sapla samanın birbirine karıştığı bir dönemdi. Dönemin tezlerini anımsatmak değil amaç. Ancak dünyadaki toplumsal sorunların sadece sınıfsal bakış açısıyla değerlendirilemeyeceği, çevre sorunları, barış sorunu, sağlık gibi sınıflar üstü sorunların var olduğu, ve bu sorunlar çözülmeden sınıfsal mücadelenin bir manası olmadığı tezi ileri sürülüyordu. Bunu nasıl izah ediyorlardı; diyorlardı ki, eğer atmosfer delinir iklim insanlığa zarar verecek duruma gelirse veya dünyada su kaynakları kurursa bu ne işçi sınıfının ne de burjuvazinin ayrımsız etkileneceği sorunlardır. Aynı şekilde nükleer bir dünya savaşı tetiklenirse bunun sonucunda sadece emperyalist kapitalist ülkeler değil, sosyalist ülkeler de yok olacak, savaşın kazananı olmayacak; veya AIDS virüsü ile mücadele edilmezse işçi veya burjuva arasında bu mikroptan etkilenmede bir farklılık olmayacak. Yani…. “Sınıf savaşımı, sosyalizm, komünizm hedeflerinden önce hep birlikte bu sorunları çözmeliyiz.” Söylem buydu. Bunun adına da “Küreselleşme çağında global sorunların çözümü önceliklidir” tezi diyorlardı.
Hal böyle olunca doğaldır ki bu görüşleri kitaba uydurmak gerekiyordu. Önce biraz orasından burasından çekiştirip Marks, Engels ve Lenin’in eserlerinde bu yönde açık kapı aradılar. Baktılar olmuyor önce Leninizmi ipe çektiler. Leninizme saldırıya hazırlanırken o mücadeleyi hazırlamak için önce Stalin mahkum edildi. Eli kanlı bir canavar figürü tarif edildi. Ardından aslında Stalin, Lenin’in görüşlerini uyguladı, Lenin de Stalin gibiydiye getirdiler. Teorik olarak da Lenin’in Emperyalizm teorisini hedef seçtiler. Çünkü bugün de geçerliliğini koruyan ve işçi sınıfının mücadelesinde stratejik hedefi belirleme konusunda analizler içeren bu yapıt olumsuzlanmalıydı ki sınıflar üstü tezlere yer açılsın. Bunun adına da “Leninizmi aşmalıyız” koydular. Yani, Marks ve Engels’e dokunmadan önce Lenin’in teorik ve ideolojik yanı yok edilmeliydi. Tabii ki kurgu bununla da sonuçlanmayacaktı.
Çünkü, ister istemez Karl Marks’ın ekonomik analizlerden yaptığı politik çıkarsamalar ile karşı karşıya geleceklerdi. Artı-değer teorisi ve toplumların tarihinin sınıflar mücadelesi tarihi olduğu ve sınıfsal sorunların çözümünün özel mülkiyete son vermek olduğu, bunun da ancak varolan kapitalist devlet aygıtının yıkılarak yerine proletaryanın devletinin kurulması olduğu konularına verecek yanıtları yoktu. “Evet ama…” ile başlayan bahaneleri onları sonunda “Marksı da aşmalıyız”a getirdi. Başka çareleri yoktu. Bir kez bu uğursuz yola girmişlerdi. Sınıf savaşımını yadsımak için Marks ve Engels’i yadsımak gerekiyordu.
Sovyetler Birliği’nde ilerleyen karşı-devrimci süreç bir açıdan da bu unsurları sanki sosyalizmin sorunlarına çözüm arıyorlarmış rolü kazandırdı. Bu konuda da onları destekleyen burjuvazinin basın yayın organları oldu. Örneğin bir ANAP’lı Devlet Bakanı gazetelere “ANAP ile TBKP’nin Türkiye’nin sorunlarını çözme konusunda farklı bakış açıları yok” mealinde açıklamalar yapabiliyor, Nabi Yağcı, “TKP’nin son genel sekreteri” titri ile popüler TV programlarına davet ediliyor, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi TBKP Programındaki mülkiyet ilişkileri ile ilgili bölümleri değiştirerek kendi programı olarak kabul edebiliyor ve bütün bu gelişmeler bizzat TBKP’de de en üst düzeyde görev alan TKP’nin eski PB üyeleri tarafından örgütleniyor. Ki bu zatlar, “yenilenme”, “Leninizmi aşma”, “Marks’ı aşma” ve “global sorunlar birincil, sınıfsal sorunlar ikincildir” tezlerinin savunucularıdırlar.
Bu arada, biraz daha aklı başında sandıklarımız ne yaptılar. Birisi “artık Stalinist parti devri geçmiştir, ‘Hareket’ tarzı örgütlenmeler gereklidir” tezini savunmaya başladı, bir diğeri de “komünist partilerin amblem ve isimleri kirlenmiştir artık kullanılmamalı” fikrine haiz oldu. Bu da onları TKP ilkelerinden uzaklaştırarak “sol güçlerin geniş partisi” fikriyatına sürükledi. Bu arkadaşlarımız özünde “yenilenme” sürecinde herşeye eyvallah diyerek ve oportünistçe davranarak kadroların güvenini yitirmişlerdi, ancak yine de son aşamada, içinde bulundukları hatadan dönerek, özeleştiri vererek, doğru bir hamle yapmaları yararlı katkı sağlayabilirdi. Sonuç hepimizin bildiği gibi gelişti.
***
Bizim bu konulara değinmemiz, o dönemde üretilen sonucu bugün değiştirebilme gibi bir yeteneğe sahip olduğumuz anlamına gelmemektedir. Bu yaşananlar parti tarihimizde bir dönem olarak yer almıştır. Bizler, hem o dönemi yaşayan, o görüşlerle uzlaşmayan, Marksist-Leninist temelde partimizin mücadelesinin sürmesi gerektiğini savunan kadrolar olarak bugünü de yaşıyoruz. O dönemin kadrolarının büyük bir bölümünün nerelere savrulduğunu yinelememize gerek yok. Süreçleri hep birlikte yaşadık. Ancak bugün önümüzde çözmemiz gereken sorunlara nasıl yaklaşacağız sorusu ile karşı karşıyayız. Ekim Devrimi’nin 100. Yıl Dönümü’nde hangi görevlerle karşı karşıyayız ve bunları nasıl gerçekleştireceğiz? Soru bu.
Şu konu son 30 yılda çok net ortaya çıktı ki, sınıf mücadelesi önemini bir nebze dahi kaybetmemiştir. Onun içindir ki, burjuvazi sınıf mücadelesinin önünü almak için çeşitli yöntemler deniyor ve uyguluyor. Yayınlarımızda birçok yazıda değinildiği gibi kapitalizm üretici güçleri ve dolayısıyla üretim ilişkileri alanlarında bir takım değişiklikler yaparak ömrünü uzatmaya çalışıyor. Bu uygulamalar da kuşkusuz ki sınıf mücadelesinin gelişmesinde birtakım değişiklikleri beraberinde getiriyor. Bu noktaları irdelemek ve Marksist-Leninist temelde değerlendirerek rotamızı belirlememiz gerekiyor.
***
Örneklersek, yazılarımıza yansıyan şöyle tespitler var; işçiler üzerindeki işgücü sömrüsü çok daha fazla artmasına rağmen, neo-liberal ekonomik politikalar sonucunda tüketim toplumunun işçi sınıfının da yararlanacağı şekilde yeniden yapılandırılması, her işçi ferdi bir yandan borçlandırıyor ve mal-mülk sahibi yapıyor. Daire, araç, tarla, elektronik eşya, beyaz eşya, paralı eğitim gibi, işçilerin daha önce pek faydalanamadıkları “lüksler” bugün işçi ve emekçilerin yaşamına giriyor. Fakat tüm bu edinimler borçla sağlanıyor. Kredi kartı, tüketici kredisi, emlak konut kredisi, araç kredisi, düğün kredisi, doğum kredisi v.b. adlar altında pazarlanan borçlanma işçi ve emekçilere görece bir “servet” ve “mülk” sahibi olma özelliği kazandırıyor. Bu özelliklere sahip emekçiler artık Komünist Parti Manifestosunda da tarif edilen “herhangi bir özel mülkiyete sahip olmayan ve sadece işgüçlerini satarak yaşayan ücretiler proleterdir” çözümlemesine uymuyor. Çünkü, emlak konut kredisi çekerek daire sahibi olan işçi artık mülk sahibi olmuş oluyor. Eskiden gecekonduda tel dolapta besinlerini muhafaza eden işçi derin donduruculu buz dolabı sahibi oluyor. Ve bunun için borçlanıyor. Bu borcu düzenli ödemezse de o mülkündeki malı kaybedeceğinden korkuyor. Onun için bu borcu daha çabuk kapatmak için gece gündüz çalışıyor, fazla mesai yapıyor, ikinci işe gidiyor, ailesini gündelik işe gönderiyor, sokak satıcılığı yaptırıyor.
***
Bir diğer yöntem büyük holding kuruluşlarının uyguladıkları “hisse senedi” satma konusu. Koç Holding, Sabancı Holding, Esas Holding, Oyak Holding, Zorlu Holding, Turkuaz Holding vb gibi işbirlikçi holdingler, ama Mercedes, Siemens, Bosch, BMW, Hyundai gibi yabancı holdingler, Türk Hava Yolları ve kamu ile özel bankalar başta kendi çalışanlarına olmak üzere işçi ve emekçilere hisse senetleri sunuyorlar. Bu işçi kardeşlerimiz göstermelik dahi olsa hissedarlar toplantılarına ve kongrelerine katılıp hisse sahibi oldukları holdinglerin kararlarına etki edebileceklerini zannediyorlar. Bu düşünce kendilerine enjekte ediliyor.
Bunun dışında işçi ve emekçiler farklı çekiliş, lotarya, toto ve şans oyunları ile para kazanma ve mülk edinme konusunda teşvik ediliyor. Kazanma şanslarını bir kenara koysak bile, katılımları ile bu tezgahı kuran burjuvazinin kasalarını tıka basa dolduruyorlar. Ceplerindeki son kuruşları burjuvazi devletin kontrolü ve izniyle haramilere kaptırıyorlar.
***
TV programları ve spor müsabakaları burjuvazinin kültür politikalarını ideolojik olarak destekliyor. TV’lerde evlilik programları adı altında insanları toplumsal sorunlardan uzak tutuyor saatlerce ve her gün düzenli olarak TV başına kilitliyorlar. Diziler hem kültürel ama en önemlisi politik ideolojik olarak toplumu burjuvazinin istediği yönde yönlendirmeye hizmet ediyor. Toplumun ezici çoğunluğu evlilik programları ve diziler ile boş zamanlarını dolduruyor. Lig maçları ve tamamen bir endüstri niteliğine kavuşmuş olan futbol işçi ve emekçilerin günlük muhabbet konusu haline gelmiş durumda. Hiç bir amatör ruhu kalmamış olan futbol insanları kamplaştıran, düşmanlık duyguları geliştiren bir nitelik kazanmıştır.
Bunların tümü de günümüzün gerçekliğidir. Bu yaptırımların ve koşulların etkisinde olan işçi ve emekçiler ne denli direniş ruhu geliştirir, sömürü katmerleştiği halde ne kadar bunu hisseder ve bilince çıkarmaya hazır olur. Burada zorluklarımız olduğu kesin. Sınıf güçlerinin zayıflığından dem vuruyorsak, onun nedenlerini de doğru analiz etmeliyiz ki, burjuvazinin önlemlerine rağmen sınıf mücadelesini yükseltmeye nail olabilelim.
***
Bir kere şunu kesin olarak bilmemiz gerekir. Tüm bu koruma önlemleri belki geciktirici etki yapabilir, ancak burjuvazinin iktidarının sonunun gelmesini engelleyemez. Bu her şeyden önce nesnel bir süreçtir. Diğer yandan, üretim sürecinin öznel ve nesnel etkenleri olan insan, üretim araçları, üretim teknolojisi, üretim organizasyonu ve üretime uygulanan bilim hep birlikte, maddi üretim güçlerini oluştururlar. Üretim güçleri, toplumun doğa üzerindeki değiştirici etkinliğinin araçlarıdır ve bunların gelişme düzeyi insanın doğa üzerindeki egemenliğinin derecesini belirler. En başta gelen üretim gücü, yaratıcı yetenekleri, bilgi ve deneyim birikimiyle insandır, emekçidir, işçidir. Teknoloji ve otomasyon ne derece ilerlemiş olursa olsun, hiçbir üretim süreci insansız yürümez. Bütün karmaşıklığı içinde, üretim sürecinde belirleyici öge daima insandır, işçidir, emekçidir. Bu gerçeğin bilince çıkması önemlidir.
Teknolojinin gelişmesi ve otomasyon onu üreten, geliştiren, uygulayan işçi ve emekçiler açısından ciddi bir silahtır. Klasik proletarya için şalteri indirmek nasıl hayatı durduran belirleyici bir eylem idiyse, modern proletarya açısından da klavyenin düğmesine basmak aynı nitelikte belirleyici ve sonuç alıcı bir eylemdir. Düşününüz ki, bugün İstanbul’un metro ulaşımını bir düğümeye basarak durdurabilirsiniz, hava taşımacılığında bilet satıştan operasyonda kadar tüm süreçleri farklı birer klavye tuşuna basarak durdurabilir hayatı felç edebilirsiniz. Borsa veya banka sistemlerinde bilgisayar klavyesi ile vereceğiniz bir komut ekonomik olarak yaşamı durdurabilecek ve devletleri çökertebilecek güce sahiptir. Dolayısıyla, proletaryanın önemi ve sınıf mücadelesindeki rolü azalmamıştır, tam tersine önem kazanmıştır.
***
Bugün kritik noktalarda olan ister klasik isterse de modern proletarya kapsamındaki işçi ve emekçiler kendilerine sunulan, para, mülk ile maddi ve sosyal hakların zaten kendi doğal hakları olması gerektiğini bilmelidirler. Sosyalizm’de daire, araç, buzdolabı, televizyon, bilgisayar vb sahibi olmak için borçlanmak ve değeri kadar bir de faiz ödemek gerekmiyor. Bunlar günümüzde insan yaşamında en normal edinimlerdir. Devlet ne için vardır sorusunu sormak gerekiyor. Hem proletaryadan kaçarı olmadan ay be ay vergileri keseceksin, sigara, benzin, tütün ve gıda maddelerinden milyarlarca vergi toplayacaksın, ama işçi ve emekçilere, sosyal konut daireler, kreşler, sağlık hizmetleri, ulaşım hizmetleri ve eğitim hizmetleri sunmayacaksın. Bunların tümünü ayrı bir kazanç kapısı olarak özel sektöre vereceksin.
Bu gerçekleri günümüz proleterlerine iletmek, hisse senedi sahibi de olsalar, borçlanarak mal-mülk edinmiş de olsalar, birtakım imtiyazlar elde ettiklerini de düşünseler, bütün bu edinimlerin aslında üstlerindeki işgücü sömrüsünün katmerleşmesi demek olduğunu ve hakları olan bu edinimler için bu derece sömürülmeye katlanmanın manasız olduğunu anlatmanın yollarını yaratmak gerekiyor. Ekim Devrimi’nin 100.Yıldönümü ve Partimizin kuruluşunun 97. yıldönümünde bu gerçekleri dikkate alarak günümüz mücadelelerinin gereklerini tarif etmemiz gerekiyor.
Ele alınması ve açılması gereken sorunları tespit ettikten sonra, bir sonraki sayımızda bu konulardaki çözümleri ele almaya çalışacağız. Yazımız devam edecektir.
NOT: Bu konulardaki görüşlerinizi tkp.bilgi@gmail.com adresine iletebilirsiniz.