HDP 4. Olağan Kongresi 23 Şubat 2020 tarihinde Ankara’da gerçekleştirildi. Yüksek bir katılım ve coşkunun hakim olduğu spor salonunda ülkenin her ilinden geniş katılım olduğu gözlendi. Salondaki sayı kadar katılımcı, kongreyi dışarıdan dev barkovizyon perdeleri üzerinden izlediler. Toplam katılımın 50 bine yakın olduğu açıklandı.
Bir günde gerçekleştirilen Kongre aslında bir Kongre sürecinin finali niteliğinde idi. Son 6 ayda ilçeler ve illerden başlamak üzere, gerçekleştirilen Bölge Konferansları 23 Şubat’ta gerçekleştirilen Kongre’nin bütünsel anlamda bir süreç olarak örgütlenmesi anlamına geliyordu. İl, İlçe ve Bölge Konferansları politika ve örgütlenme alanında çok geniş katılımlı tartışmalara ve görüşmelere sahne oldu. Birçok konunun tartışılması adeta yerel ve bölgesel konferanslarda tüketildi. Sonuçları ise 4.Kongreye kadar görev üstlenen merkezi yönetim organları tarafından değerlendirilerek 23 Şubat tarihindeki final Kongresine gidildi.
HDP Kongre sürecine eski Eş Başkanları ve merkez yöneticilerinin, eski vekillerinin ve Belediye Başkanlarından kimilerinin tutsak olduğu koşullarda girdi. Yine aynı şekilde 2019 yılında halk tarafından seçilen Belediye Başkanlıkları’nın bir kısmına hukuksuz bir biçimde kayyum atandığı bir süreçte Kongre süreci gerçekleştirildi. Bir önceki dönemde HDP’li Belediyelerin neredeyse tamamına yakınına kayyum atanmış, başta dönemin Eş Başkanı Selahattin Demirtaş olmak üzere bir dizi vekilinin dokunulmazlıkları kaldırılmıştı. Bu “alışkanlık” iktidar tarafından sürdürülüyor. HDP’nin 10 bine yakın üye ve seçmeni sadece siyasal görüşlerinden dolayı tutsak. Geçmiş dönem Merkez, İl ve İlçe yöneticilerinin yarısına yakını tutsak. HDP kadro açısından Kongre sürecini bu koşullarda tamamladı.
İktidarın basın yayın organlarında uyguladığı sansürden hiç söz etmiyoruz. İktidar ve devlet yanlısı TV kanalları sabahtan akşama kadar haberlerde, yorumlarda ve açık oturumlarda HDP’ye saldırıyor. Ancak hiç bir program, açık oturum veya haber konusunda herhangi bir HDP yetkilisi veya vekilinin temsili sağlanmıyor. Aynı konu yazılı basın açısından da geçerlidir.
HDP tüm bu anti-demokratik koşullar ve uygulamalara rağmen Mart 2019 Mahalli İdare Seçimlerine damgasını vurdu ve TBMM’de temsil edilen partiler arasında üçüncü büyük parti niteliğini korudu. Önümüzdeki dönemde de bu niteliğini koruyarak MHP destekli AKP-Saray Rejimi’nin kabusu olmaya devam ediyor.
HDP, sosyalist veya komünist bir parti olmamasına rağmen, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından en fazla baskı altında tutulan ve devlet terörüne muhatap olan yasal parti durumundadır. Hem de TBMM’de temsil ediliyor olmasına, 80 Belediye seçimlerini kazanmış olmasına ve Türkiye’nin parlamenter anlamda üçüncü büyük partisi olmasına rağmen.
HDP bu koşullarda sadece iktidar ve devlet tarafından değil, aynı zamanda kendi tabanı, bileşenleri ve “sol”, sosyalist çevrelerden de eleştiri yağmuruna tutuluyor. Kuşkusuz ki eleştiri ve kimi zaman sözlü saldırı düzeyine ulaşan bu durumun farklı çıkış noktaları, nedenleri ve içerikleri mevcut.
HDP tabanında ve bileşenleri açısından yapılan eleştirileri ele almak bu yazının konusu değil. Çünkü yazının yazılmasına neden olan 4.Kongre süreci, taban, üyeler ve bileşenler açısından tüm görüş ve düşüncelerin geniş boyutlarda tartışılması için platform sundu ve tartışmalar tüketilerek sonuca ulaştırıldı. Buna rağmen görüşlerinin parti organ ve kararlarına yansımadığını düşünenler varsa, bu tartışmalarını normal parti hiyerarşisi içinde sürdürme hak ve görevleri mevcut.
HDP içinde anlaşılır tartışmalar varken HDP’yi dışarıdan ve “sol” adına eleştirenler de mevcut. Bunların arasında, Kemalist “sol” adına yapılan suçlamalara hiç girmek istemiyoruz. Onlar HDP’yi düpedüz emperyalist bir projenin parçası olarak görüyor, kaba milliyetçi ve anti-Marksist konumlardan saldırıyorlar. 90’lı yıllarda HDP öncülü kimi partilerle o dönemlerde işbirliği yaptıklarını dahi unutuyor, bir anlamda devletin legal Kürt siyasetini istediği noktaya çekememesinin acısıyla pozisyon alıyorlar. Adeta, Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ün, 90’lı yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’ne sözde “sıcak” yaklaşımlarından bir anda vaz geçerek “kraldan fazla kralcı” bir mantıkla, KÖH’e saldırmalarını taklit ediyorlar. Bu çevrelerin o zaman ile bugün arasındaki yaklaşım farklılıklarını Doğu Perinçek’in yaklaşımının bir karikatür taklidi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Ulusların, ayrılma hakkı dahil, kendi kaderlerini tayin etme hakkını dahi reddeden, “TKP” adını gasp ettiğini zanneden iki “resmi” oluşumun da bu cenah içinde hareket ettiklerinin altını ayrıca çizmek gerekmektedir.
Üzerinde durmak istediğimiz asıl konu eski yakın çevremizden HDP’ye yönelen eleştiriler. Özellikle 2017 yılından itibaren yoğunlaşan bu eleştiriler HDP’yi pasiflikle ve rejimle işbirliği konusunda suçlamakta. 2019 yılı Mahalli İdare Seçimleri sürecinde HDP’nin aday çıkarmadığı il ve ilçelerde CHP adaylarını desteklemesi bu eleştirilerin düzeyini daha da artırdı. Ondan sonra da her fırsatta, HDP yönetici veya sözcülerinin açıklama ve ifadelerinde “cımbızla ‘açık’ yakalama” mantığıyla, siyaset yapma stilini aşan dedikodu tarzı görüşler ortaya atıldı. Bu alışkanlık sürmektedir.
Sözümüz, kendilerini “komünist” olarak niteleyen, hatta eskiden partimiz çevresinde bulunan ve üç yıl öncesine kadar Kemalizm’den keskin bir dönüş yaparak legal Kürt siyasetini ve HDP’yi destekleyenlere, hatta yer yer HDP ve HDK çalışmalarına bizzat katılanlara. Eleştirileri yöneltenler HDP’yi “burjuva demokratik” bir parti olmakla, kimi yöneticilerini kişisel olarak hedef alarak, sınıf mücadelesi konusunda yetersizliklerini eleştiriyorlar, hatta Emperyalist güçler ve onların ülkemizdeki temsilcileri ile işbirliği yapmakla suçluyorlar. Dikkat çeken diğer bir nokta da, bu eleştirilerini ciddi olarak yapmak yerine dalga geçer gibi yapma tarzlarıdır. Bu unsurlar, HDP’yi destekleyen, çalışmalarına aktif olarak katılan ve kimi organlarında görev alan TKP kadrolarını bu çalışmalarından dolayı ayrıca eleştiriyorlar.
Bu arkadaşlarımız iki konuyu eksik değerlendiriyorlar. Birincisi; HDP’ye kendisinin olmadığı bir misyon yüklüyorlar. Ki bunu tespit etmek için HDP’nin parti programını okumak yeterlidir. İkincisi; Aslında kendilerine yüklemeleri gereken misyonu HDP’ye yüklemeye çalışıyorlar.
Türkiye Komünist Partisi konuya bir kaç açıdan bakıyor. Birincisi; Kürt ulusal sorununa ilkesel yaklaşım açısından. İkincisi; Kürt ulusal sorununun Türkiye’de demokrasi ve sosyalizm mücadelesi sorunu ile bağlamı açısından. Üçüncüsü; İşbirlikçi tekelci burjuvazinin baskıcı ve faşizan rejimine karşı en geniş güçlerin birleşik mücadelesini örmek açısından.
Demokrasi için mücadele, sosyalizm için mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. HDK ve HDK sürecinde olgunlaşarak kurulan HDP bugün ülkemizde bu mücadelenin vaz geçilmez ve önemli bir kurumudur. Legal siyaset açısından sadece Türk, Kürt ve diğer uluslardan devrimcilerin değil, aynı zamanda Türkiye toplumunun Kürtlerin dahil demokratik toplumsal katmanlarının bir araya geldiği bir oluşumdur. Dini hassasiyetleri olan çevrelerden ateistlere kadar, liberal demokratlardan komünistlere kadar, işçi ve emekçilerden Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden kimi ulusal burjuva kesimlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bu anlamda, ülkenin demokratik tüm renklerini içinde barındıran bir topluluktur. HDP’nin bu yapısıyla nicel ve nitel anlamda yaşama geçirmek için mücadele ettiği de kendi programıdır. Bu programın da amaçları ve amaçlarının sınırları da bellidir.
Türkiyeli sosyalistler ve komünistleri de HDP içinde tüm samimiyetleri ile yer alıyorlarsa, HDP Programı çerçevesinde bir faaliyet amacıyla burada bulunuyorlar. HDK ve HDP yapılanmaları, kendilerini “sol” olarak adlandıran çevrelerin, dillerinden düşürmedikleri, yazılarında sürekli işledikleri “Demokratik Cephe” anlayışının legal siyasette yaşama geçmiş biçiminin tam kendisidir.
İşçi sınıfının politik öncü örgütünün görevi, devrimci demokratik mücadelede en geniş demokrasi güçlerinin birlikteliğini sadece savunmak değil yaşama geçirilmesinde bizzat aktif olmaktır. Bu görev, kendisinin bağımsız bir politik güç olarak kendi üstüne düşen daha ileri hedefleri içeren faaliyetinin önünde bir engel değildir. Tam tersine onu da güçlendirici bir yandır. Komünistler, politik ve toplumsal bağlaşıklıkları ile asgari müştereklerde bir araya gelerek, bu bir araya gelmenin programı ve ilkeleri temelinde çalışırlar. Böyle bir pratik komünistlerin siyasal çalışmalarının niteliğini geriletmez, özelliklerini kaybetmelerine yol açmaz. Komünistler kendi programlarına, ideoloji ve politikalarına güvenirler. Yaşamın her alanında olduğu gibi, bu tür birliktelikler içinde de kendi görüşlerini ve politikalarını savunurlar. Birlikteliğin ilkeleri ve programlarının sınırları içinde toplumsal mücadelede, sınıf mücadelesinde ilerletici rol oynarlar.
Kazanılmış ve gerçekleştirilmiş böylesi bir demokratik birlikteliği yaşama geçirmişken, onu sürekli muhalif pozisyonlardan eleştirerek yıpratmaya çalışmak ve değerini anlamamak akıl almaz bir politika anlayışıdır. Birçok ülkede komünistler, bu tarz demokratik birlikteliklerin oluşumunu önlerine güncel hedef olarak koyarlarken, ülkemizde bunun yaşama geçmiş olması, ve de artık bir kalıcılığının ve sürekliliğinin sağlanmış olması, Türkiye devrimci hareketi için bir kazanımdır. Bunu yıpratmaya ve zayıflamaya çalışmak bırakınız “komünist” bir yaklaşım, devrimci ya da demokratik bir yaklaşım olarak dahi adlandırılamaz. Değilse, her bir “sol” çevrenin “Cephe” adı altında kendi kendine kurduğu oluşumların ne denli yetersiz ve amaca hizmet etmez durumda olduğunu hepimiz yakından izledik ve biliyoruz. Dolayısıyla yarın adı ne olursa olsun, ama bugün, HDK ve HDP gibi anti-faşist, anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-oligarşik bir Cephe örgütlenmesini gözümüz gibi korumak ve yaygınlaştırmak zorundayız. Hele ki, legal parlamenter mücadele alanında da milyonlarca yurttaşa umut olacak bir başarı elde edilebilmişken. Amaç bu hedefleri daha da büyütmek, daha da geliştirmek olmalıyken, onu sürekli eleştirmek ve kötülemek hangi amaca hizmet eder, asıl bunu sorgulamak gerekmektedir.
Bugün HDP’yi sürekli eleştirenler, sağlanan bu kazanımın yerine acaba nasıl bir yapıcı öneri ve perspektif geliştirebiliyorlar? Sadece bağımsız komünist politikanın savunulması bu soruya verilecek doğru yanıt olmasa gerek. Çünkü bağımsız komünist politikanın ve anti-faşist eylem ve güçbirliğinin, hatta anti-faşist Cephe örgütlenmesi çelişmez. Tersine anti-faşist Cephe oluşturulması bağımsız komünist politikanın bir gereğidir.
Farklı siyasal görüşler ile bir arada mücadele etmek tabii ki kolay değildir. Adı üstünde, farklı görüş ve yaklaşımların bilikteliği kendi örgütümüzde çalışmak ile farklılıklar gösterir. Yerine ve zamanına göre uzlaşmaları gerektirir. Bizler o yapı içinde, o bünyenin kaldırabileceği düzeyde kendi politik bakış açılarımıza göre katkımızı sürekli yaparız. Ancak, bizim irademizin dışında da, ilgili örgütün tüzüğü gereği alınacak çoğunluk kararlarına da uymak zorundayız. Bazı konular bizim politik anlayışımızı tatmin etmiyor veya hatta uymuyor gerekçesiyle hemen o çalışmalardan vaz geçemeyiz veya kötülemeye başlayamayız. Biz duruşumuzu, katkı ve eleştirilerimizi de söz konusu kurumun tüzüksel ilkeleri çerçevesinde gerçekleştirir, mücadelemizi orada veririz. Dışarıdan yıpratmaya yönelik dozu ayarlanmamış eleştiriler ancak örgütsüz unsurların yapacakları bir yaklaşımdır. Onun için örgütlü olmanın, örgütlü çalışma içinde bulunmanın ve katılımcısı olduğumuz güç birliği veya demokratik Cephe tarzı örgütlenmelerin içinde nasıl bir siyasi çizgi izleyeceğimizi de biz parti örgütümüzün içinde kararlaştırırız.
Demokratik Cephe faaliyetlerinde, kurumun özneleri olan güçlerin değer verdikleri yaklaşım, ayrılıkları değil, ortaklaşılan noktaları öne çıkarmak ve ortaklaşılan noktaların oranını artırmaktır. Bu tür yapıların içinde yer alan her bileşenin zaten kendi örgüt yapıları mevcuttur ve bu yapılarla kendi amaç ve programları uğrunda mücadele etmeleri gayet doğaldır. Türkiye Komünist Partisi de kendi bağımsız örgütsel faaliyetini yürütmek, geliştirmek ama aynı zamanda anti-faşist, demokratik Cephe çalışmaları içinde katkısını yapmakla mükelleftir. Bu görev Parti Program taslağının tüm parti örgütlerine ve üyelerine verdiği bir görevdir.
HDP’nin içinde bulunduğumuz koşullarda ve ileriye yönelik ne denli önemli bir görev üstlendiğini anlamak için kendimizi daha fazla yormak yerine, sınıf düşmanımızın bu yapıya karşı aldığı tavrı ve uyguladığı yaptırımları değerlendirmek yeterli olacaktır. HDP nezdinde bugün sağlanan demokratik birliktelik sınıf düşmanımızı rahatsız ediyorsa, en genel anlamında ifade edersek, bizler doğru yoldayız demektir. Detayları ise biz de ancak parti örgütlerimiz ve organlarımız içinde tartışır, görüşürüz. Bu sorumluluk da TKP’li olmanın bize yüklediği ağır bir sorumluluktur. Olur olmadık yer ve zamanda, her aklımıza ve dilimizin ucuna geleni ifade etmek bizim tarzımız değildir ve olamaz. Çünkü Türkiye Komünist Partisi, örgütlü bir müfreze olarak bu mücadelenin içindedir.
Acımasız ve yıpratıcı eleştiri yapanlara tavsiyemiz, örgütlü çalışma içinde yer alarak, örgütlülüğün ve örgütün gerektirdiği bakış açısıyla konulara yaklaşım göstermeye yönelmeleridir. Buna da kendilerini hazır hissetmiyorlarsa, eleştirdikleri kurumların, bu durumda somut olarak adlandırmak gerekiyorsa HDP'nin Türkiye devrimci hareketi ve Kürt devrimci demokratik özgürlük hareketine yaptığı katkıları değerlendirmek, ve de HDP olmasaydı, aslında böyle bir yapının olması için ne kadar çaba sarfedilmesinin gerekliliğini görmeleridir. Ancak, sorun bu değilse, daha vahim bir durum ile karşı karşıyayız demektir. O da Kürt ulusal sorununa karşı ilkesel Marksist-Leninist duruşlarında sorun var demektir ki, bu durumda kendileri gibi 'gizli' olarak adlandırabileceğimiz, ama artık gizli olmayan milliyetçi duyguları sorgulamak zorundadırlar. Yıpratma amaçlı eleştirilerin ayrıntılarına ve arka planına baktığımızda, iyi niyet yerine asıl sorunun Ulusal Sorun'a bakış açısından kaynaklandığını anlıyoruz. Yani sorun sözde değil özdedir.