PROGRAMIMIZDA ULUSAL SORUN

PROGRAMIMIZDA ULUSAL SORUN

V. İ. Lenin

V.I.LENİN

Parti programının taslağında, başka hususların yanında “devlet içindeki tüm ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımayı” da ga­ranti altına alan demokratik bir anayasa temelinde cumhuriyet talebini ileri sürdük. Bu program talebi birçoklarına yeterince açık değilmiş gi­bi geldi, ve 33. sayıda Ermeni sosyal-demokratlarının manifestosunu tartışırken bu maddenin anlamını şöyle açıkladık.

Sosyal-demokrasi, ulusların kendi kaderini tayinini, her ne türden olursa olsun, zorla ya da haksızlıkla dışarıdan etkileme yönündeki her türlü girişimle daima mücadele edecektir. Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için mü­cadelenin kayıtsız-şartsız tanınması, bizi her ulusal kendi kaderini ta­yin talebini desteklemekle yükümlendirmez. Proletaryanın partisi ola­rak sosyal-demokrasi, kendi pozitif ve en önemli görevini, halkların ve ulusların değil, her milliyet içindeki proletaryanın kendi kaderini tayi­nini geliştirmekte görür. Daima ve mutlaka bütün milliyetlerin prole­taryasının en sıkı birliğini hedeflemeliyiz, ve ancak tek tek istisnai durumlarda, yeni bir sınıf devletinin yaratılmasına ya da bir devletin tam politik birliği yerine daha gevşek bir federatif birlik konmasına vs. çıkan talepleri ileri sürebilir ve aktif olarak destekleyebiliriz. [Bkz. V. İ. Lenin: Tüm Eserler, Cilt 6, s. 320-323. Rusça]

Ulusal sorundaki programımızın bu yorumu Polonya Sosyalist Partisi’nin (PPS)[2] şiddetli protestosuna neden olmuştur. “Rus Sosyal-Demokrasisinin Ulusal Sorundaki Tavrı” (”Przedsvit”[Şafak.], Mart 1903) adlı makalede, PPS, bizim bu “esrarlı” kendi kaderini tayinimizin “hayret verici” yorumu ve “belirsizliği” üzerine hiddetlenip, bizi doktrinerlikle suçluyor ve “dil, milliyet, kültür vs. sırf burjuva icatlar oldu­ğu için, işçinin kapitalizmin tamamen yok edilmesi dışında hiçbir şey­le ilgilenmemesi gerekir” vs. “anarşist” anlayışını bize malediyor. Ulu­sal sorunda sosyalistler arasında öyle alışılmış ve öyle yaygın olan ne­redeyse tüm yanılgıları içeren bu argümantasyon üzerinde uzun uzun durmaya değer.

Yorumumuz neden öyle “hayret verici”? Neden “sözcük” anla­mından bir sapma görülüyor? Ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması, her ulusun her kendi kaderini tayin etme talebini destekle­meyi mi gerektiriyor? Bütün yurttaşların özgür birlikler kurma hakkı­nın tanınması, biz sosyal-demokratları, her yeni birliğin kurulmasını desteklemekle kesinlikle yükümlendirmiyor, hatta, bu hakkın tanın­ması, şu ya da bu birliğin kurulmasına karşı tavır almamızı ve onu amaca uygunsuz ve saçma buluyorsak, buna karşı ajitasyon yapmamızı kesinlikle engellemez. Biz, Cizvitlere bile özgür ajitasyon hakkını tes­lim ve kabul ediyoruz, ama Cizvitlerle proleterler arasında bir ittifaka karşı mücadele ediyoruz (elbette polis yöntemleriyle değil). Yani “Przedsvit” şunları söylediğinde: “Bu kendi kaderini serbestçe tayin talebi sözcük anlamıyla kavranacak olursa (ve biz şimdiye kadar ona bu anlamı atfettik), bu bizi hoşnut kılacaktır”, programın sözcük anla­mından sapanın tam da PPS olduğu tamamen apaçıktır. Varılan sonu­cun biçimsel açıdan mantıksız olduğuna kuşku yoktur.

Fakat yorumumuzu biçimsel olarak gözden geçirmekle yetinmek istemiyoruz. Sorunu özü itibariyle de dobra dobra ortaya koyalım: Sosyal-demokrasi ulusal bağımsızlığı daima kayıtsız şartsız mı talep etmelidir, yoksa sadece belli koşullar altında mı, ve hangi koşullar altında? PPS bu soruyu daima kayıtsız şartsız tanıma anlamında yanıtla­mıştır, ve bu nedenle, federatif bir devlet düzeni talep eden ve “ulusla­rın kendi kaderini tayin hakkının tam ve kayıtsız şartsız tanınması”nı savunan (”Revolutsionnaya Rossiya”‘, No: 18, “Ulusal Köleleştirme ve Devrimci Sosyalizm” makalesi) Rus Sosyal-Devrimcilerine besle­dikleri müşfik duygulara hiç şaşmıyoruz. Ne yazık ki bu, sözde Sosyal-Devrimcilerin sözde partisinin gerçek niteliğini yüzüncü ve bininci kez gösteren burjuva-demokratik tumturaklı sözlerden birinden başka bir şey değildir. Ve bu laflara aldanan, bu sahte parıltıdan gözleri ka­maşan PPS, kendi payına bununla, teorik kavrayışında ve politik faali­yetinde proletaryanın sınıf mücadelesiyle bağının ne kadar zayıf oldu­ğunu tanıtlamaktadır. Ulusların kendi kaderini tayin talebini işte bu mücadelenin çıkarlarına tabi kılmalıyız. Ulusal sorunda bizim tavrı­mızla burjuva-demokrat tavrın farkı tam da bu koşulda yatmaktadır. Burjuva demokratı (ve onun izinden yürüyen bugünün sosyalist opor­tünisti de), demokrasinin sınıf mücadelesini bertaraf ettiğini zanneder ve bu nedenle tüm politik taleplerini soyut, genel, “kayıtsız şartsız”, “tüm halkın” çıkarları bakış açısından ya da hatta ebedi mutlak ahlaki ilke bakış açısından koyar. Sosyal-demokrat ise bu burjuva hayalini, ister soyut idealist felsefede, ister kayıtsız-şartsız ulusal bağımsızlık talebinde dile gelsin, her zaman ve her yerde acımasızca teşhir eder.

Bir Marksistin ulusal bağımsızlık talebini ancak koşullu olarak, hem de yukarıda açıklanan koşul altında tanıyabileceğini kanıtlamak gerekecek olursa, o zaman Polonya proletaryasının Polonya’nın ba­ğımsızlığı talebini Marksist bakış açısından hareketle savunan bir ya­zarın sözlerini aktarmak istiyoruz. Kari Kautsky 1896′da “Finiş Polonia?” [“Polonya’nın Sonu mu?”] adlı makalede şunları yazmıştı: “Demek ki, proletarya Polonya sorununa eğilir eğilmez, Polonya’nın bağımsızlığı lehine tavır almak­tan, bununla ise, uluslararası militan proletaryanın sınıf çıkarlarıyla ge­nelde bağdaşabildiği ölçüde, bu yönde daha bugünden atılabilecek her adımı desteklemeyi onaylamaktan başka bir şey yapamaz.”

“Bu ihtiyat kaydı”, diye devam ediyor Kautsky, ”kesinlikle kon­malıdır. Ulusal bağımsızlık, militan proletaryanın sınıf çıkarlarıyla, kayıtsız şartsız, her türlü koşul altında amaçlanması gerekecek ka­dar içten bir bağ içinde değildir. Marx ve Engels İtalya’nın birleş­mesini ve kurtuluşunu en büyük kararlılıkla savundular, fakat bu1859′da Napolyon’la ittifak kuran İtalya’ya karşı çıkmalarını engelle­medi.” (”Neue Zeit”, XIV, 2, s. 520.)

Görüyorsunuz: Kautsky ulusların kayıtsız-şartsız bağımsızlık ta­lebini kategorik olarak reddetmekte, kategorik olarak, sorunun sadece genel-tarihsel değil, aynı zamanda tam da sınıf temeline dayandırılma­sını talep etmektedir. Marx ve Engels’in Polonya sorunundaki tavrını ele aldığımızda, onların da bu sorunu baştan itibaren böyle koydukları­nı görürüz. “Neue Rheinische Zeitung” Polonya sorununa büyük yer verdi ve sadece Polonya’nın bağımsızlığını değil, aynı zamanda Po­lonya’nın bağımsızlığı için Almanya’nın Rusya’ya karşı savaşmasını kararlılıkla talep etti. Fakat aynı zamanda Marx, Frankfurt Parlamento­sunda Polonya’nın özgürlüğünü savunan, ama Polonya sorununu her­hangi bir tarihsel tahlil olmadan, sadece “alçakça haksızlık” gibi burjuva-demokratik söylemlerle çözmek isteyen Ruge’ye karşı ateş püskür-mekteydi. Marx, devrimci tarihsel anlarda “polemik”ten korktukları kadar başka hiçbir şeyden korkmayan pimpirikli ve darkafalı devrim­cilerden değildi. “İnsancıl” yurttaş Ruge’yi acımasız alaylara boğan Marx, Güney Fransa’nın Kuzey Fransa tarafından ezilmesi örneğiyle, her ulusal baskının her zaman demokrasi ve proletarya açısından haklı bir bağımsızlık çabasını ortaya çıkarmadığını gösterdi. Marx, özel sos­yal koşullara atıfta bulundu, bunların sonucunda “Polonya … Rusya, Avusturya ve Prusya’nın devrimci bölümü haline gelmiştir … Hatta, hâlâ kısmen feodal temelde duran soyluluk bile eşi görülmemiş bir öz­veriyle demokratik-tarım devrimine katıldı. Almanya daha en beylik meşruti ve bitmez tükenmez felsefi ideolojiler içinde el yordamıyla yürümeye çalışırken, Polonya çoktan Doğu Avrupa demokrasisinin ocağı haline gelmişti… Biz” (Almanlar) “… Polonya’nın ezilmesine yardım ettiğimiz sürece, Polonya’nın bir kısmını Almanya’ya eklediği­miz sürece, Rusya’ya ve Rus politikasına bağlı kalacağız, bizzat bizde­ki ataerkil-feodal otokrasiyi temelli kıramayacağız. Demokratik bir Polonya’nın tesisi, demokratik bir Almanya’nın tesisinin ilk koşuludur.”

Bu açıklamaları böylesine ayrıntılı biçimde aktardık, çünkü ulus­lararası sosyal-demokraside 19. yüzyılın neredeyse bütün ikinci yarı­sında korunan Polonya sorunundaki tavrın hangi tarihsel koşullar altın­da oluştuğunu çok canlı biçimde gösteriyorlar. O zamandan beri deği­şen koşulları görmezden gelmek ve Marksizmin eski çözümlerinde di­retmek, öğretinin ruhuna değil lafzına bağlı kalmak olur, yeni politik durumun tahlilinde Marksist araştırma yöntemlerini uygulamayı bil­meden eski kararları şabloncu bir şekilde yinelemek olur. O zamanlar ve şimdi -son burjuva devrimci hareketler dönemi ve çılgınca bir ge­ricilik dönemi, proleter devrim arifesinde tüm güçlerin bütün kuvvetle­rini toplama dönemi- açıktır ki birbirinden farklıdır. O zamanlar tam da Polonya bir bütün olarak devrimciydi, sadece köylülük değil, soylular kitlesi de. Ulusal kurtuluş mücadelesinin gelenekleri öyle güçlü ve öyle derin kök salmıştı ki, Polonya’nın en iyi evlatları, ülke­deki yenilgiden sonra, her yerde devrimci sınıfları desteklemeye so­yundular. Dombrovski ve Vrublevski’nin anısı, proletaryanın 19. yüzyıldaki en görkemli hareketiyle, Parisli işçilerin son -ve umut ederiz ki son başarısız- ayaklanmasıyla kopmaz biçimde birbirine bağlıdır. O zamanlar Avrupa’da demokrasinin tam zaferi Polonya ye­niden tesis edilmeden gerçekten olanaksızdı. O zamanlar Polonya gerçekten Çarlığa karşı uygarlığın kalesi, demokrasinin öncü gücüydü. Bugün Polonya’nın egemen sınıfları -Almanya ve Avusturya’da Leh soyluları, Rusya’da sanayi ve finans kodamanları-, Polonya’yı ezen ülkelerin egemen sınıflarının yandaşları olarak ortaya çıkarken, eski devrimci Polonya’nın yüce geleneklerini kahramanca devralan Polonya proletaryasıyla birlikte Alman ve Rus proletaryası omuz omuza kurtuluş için mücadele ediyor. Bugün Avrupa’nın politik gelişimini büyük bir dikkatle izleyen ve Polonyalıların kahramanca mücadelesine tamamen sempati duyan komşu ülkedeki Marksizmin önde gelen temsilcileri, buna rağmen açıkça şöyle diyorlar: “Petersburg bugün Varşova’dan çok daha önemli bir devrimci merkezdir, Rus devrimci hareketi şimdiden Leh hareketinden daha büyük bir uluslara­rası öneme sahiptir.” Leh sosyal-demokratlarının programındaki Po­lonya’nın yeniden tesisi talebinin amaca uygunluğunu savunurken daha 1896′da Kautsky böyle diyordu. Ve 1848′den bugüne kadar Po­lonya sorununun gelişmesini araştıran Mehring, 1902′de şu sonuca vardı: “Leh proletaryası bayrağına bir Leh sınıf devletinin, bizzat ege­men sınıfların adını bile duymak istemedikleri bir sınıf devletinin ye­niden tesisini yazmak isterse, 1791′de Polonya soylularının başına gel­diği gibi mülk sahibi sınıfların başına gelebilecek, fakat emekçi sınıf­ların başına asla gelmemesi gereken bir tarihsel karnaval oyunu oyna­mış olacaktır. Hele hele bu gerici ütopya, aydınların ve küçük-burjuva-zinin, ulusal ajitasyonun henüz belli bir yankı bulduğu kesimlerini pro­leter ajitasyona duyarlı kılmak için ortaya çıkarsa, küçük ve ucuz anlık çıkarlar uğruna işçi sınıfının kalıcı çıkarlarını feda eden çirkin oportü­nizmin kuruntusu olarak iki kez kadüktür.

Bu çıkarlar kesinlikle, Polonyalı işçilerin her üç parçadaki yoldaşlarıyla kayıtsız-şartsız omuz omuza mücadele etmelerini emretmekte­dir. Bir burjuva devriminin özgür bir Polonya yaratabileceği zamanlar geçti; bugün Polonya’nın yeniden doğuşu ancak, modern proletaryanın zincirlerini kırdığı sosyal devrimle olanaklıdır.”

Mehring’in çıkardığı bu sonucun altına tereddütsüz imzamızı ko­yuyoruz. Sadece şunu belirtelim ki, argümantasyonda Mehring kadar ileri gitmesek de, sonuç yine de kusursuzdur. Hiç kuşkusuz bugün Po­lonya sorunu elli yıl öncekinden öz itibarıyla farklıdır. Fakat bugünkü bu durumu ebedi olarak görmemek gerekir. Hiç kuşkusuz sınıf antagonizması, ulusal sorunları bugün çok arka plana itmiştir, fakat doktrinerliğe düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmadan, şu ya da bu ulusal sorunun geçici olarak politik olayların önplanına çıkmasının olanaksız olduğu iddia edilemez. Hiç kuşkusuz, kapitalizmin devrilmesinden ön­ce Polonya’nın yeniden tesisi çok uzak bir ihtimaldir, fakat bunun bü­tünüyle olanaksız olduğu, Polonya burjuvazisinin belli koşullar altında bağımsızlıktan yana tavır alamayacağı vs. söylenemez. Bu nedenle Rus sosyal-demokrasisi hiçbir şekilde kendi elini kolunu bağlamaz. Programında ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebine yer verirken, bütün olanaklı ve hatta bir bütün olarak düşünülebilecek tüm durum­ları göz önüne alır. Bu program, Polonya proletaryasına, sosyalizmden önce gerçekleştirilmesi olasılığı son derece küçük de olsa, özgür ve bağımsız Polonya Cumhuriyeti ‘ni kendi şiarı yapmasını asla dışlamaz. Bu program sadece, gerçek bir sosyalist partinin proletaryanın sınıf bi­lincini bulanıklaştırmamasını, sınıf mücadelesini karartmamasını, işçi sınıfını burjuva-demokratik söylemle kandırmamasını ve proletaryanın bugünkü politik mücadelesinin birliğini bozmamasını talep etmektedir. Ve kendi kaderini tayini ancak onunla kabul ettiğimiz tam da bu koşul, her şeyin özüdür. PPS boş yere, meseleyi Rus ve Alman sosyal-demokratlarından onu ayıran şeyin, onların kendi kaderini tayin hakkını, özgür ve bağımsız bir cumhuriyet için çaba gösterme hakkını reddet­meleri olarak gösterme yönünde çaba sarfediyor. PPS’nin şahsında gerçek bir sosyal-demokrat işçi partisini görmemizi engelleyen bu de­ğil, onun sınıf bakış açısını unutması, onu şovenizmle karartması ve mevcut politik mücadelede birliği bozması olgusudur. İşte PPS’nin so­runu genelde nasıl koyduğuna ilişkin bir örnek: “… Polonya’yı kopar­makla Çarlığı sadece zayıflatabiliriz; onu Rus yoldaşlar yıkmak zorun­dadır.” Ya da devamla: “… otokrasinin yok edilmesinden sonra Rus­ya’dan ayrılarak kaderimizi tayin edeceğiz.” Bu korkunç mantığın, Po­lonya’nın yeniden tesisi program talebi bakış açısından bile hangi kor­kunç sonuçlara vardığına dikkat edin. Polonya’nın yeniden tesisi, de­mokratik gelişimin olanaklı (ama burjuvazinin egemenliği altında ke­sinlikle güvencede olmayan) bir sonucu olduğu için, bu nedenle Po­lonya proletaryası Rus proletaryasıyla birlikte Çarlığı yıkmak için de­ğil, bilakis “sadece” Polonya’yı kopararak onu zayıflatmak için müca­dele etmelidir. Rus Çarlığı Almanya, Avusturya vs. burjuvazisi ve hükümetleriyle gittikçe daha sıkı bir ittifak kurduğu için, bu nedenle Po­lonya proletaryası, bugün bir ve aynı boyunduruğa karşı mücadele et­tiği Rus, Alman ve diğer proletaryayla ittifakını zayıflatmamalıdır. Bu, ulusal bağımsızlığın burjuva-demokratik kavranışı yararına proletarya­nın en önemli yaşamsal çıkarlarından vazgeçmekten başka bir şey de­ğildir. Bizim otokrasiyi devirmeye yönelik hedefimizden farklı olarak PPS’nin gütmek istediği Rusya’nın dağılması, ekonomik gelişme bir politik bütünün çeşitli parçalarını gittikçe daha sıkı birbirine bağladığı, bütün ülkelerin burjuvazileri ortak düşmanları proletaryaya karşı ortak müttefikleri Çardan yana gittikçe daha sıkı birleştiği sürece, boş bir laftır ve öyle kalacaktır. Buna karşılık, bugün bu otokrasinin boyundu­ruğu altında inleyen proletaryanın güçlerinin dağılması üzücü bir gerçekliktir, PPS’nin hatasının dolaysız sonucudur, burjuva-demokra­tik formüllere tapmasının dolaysız sonucudur. Proletaryanın bu dağılı­şına gözerini yummak için PPS, kendisini şovenizme kadar alçaltmak ve örneğin Rus sosyal-demokratlarının görüşlerini şöyle yorumlamak zorunda kalmıştır: “Biz (Polonyalılar) sosyal devrimi beklemeli ve o zamana kadar da ulusal boyunduruğu sabırla taşımalıyız.” Bu düpedüz yalandır. Rus sosyal-demokratları böyle bir şeyi sadece asla önermemekle kalmamışlardır, bilakis tam tersine, Rusya’daki her türlü ulusal baskıya karşı bizzat kendileri mücadele etmekte ve tüm Rus proletar­yasını aynı şeyi yapmaya çağırmaktadırlar; kendi programlarına sade­ce dillerin, milliyetlerin vs. tam hak eşitliğini değil, aynı zamanda her ulusun kendi kaderini bizzat tayin etme hakkının tanınmasını da al­maktadırlar. Bu hakkı tanıyan bizler, ulusal bağımsızlık taleplerini desteklememizi proleter mücadelenin gereksinimlerine tabi kılıyor­sak, bu tavrımızı ancak bir şovenist, Rusların “yabancı kökenlilere” karşı güvensizliği olarak ilan edebilir, çünkü gerçekte bu tavır, zorunlu olarak, sınıf bilinçli proletaryanın burjuvaziye karşı güvensizliğinden kaynaklanmalıdır. PPS ulusal sorunun şu karşıtlıktan ibaret olduğunu düşünüyor: “Biz” (Polonyalılar) ve “onlar” (Almanlar, Ruslar vs.). Sosyal-demokrat ise bir başka karşıtlığı önplana çıkarır: “Biz” -pro­leterler ve “onlar”- burjuvazi. “Biz” proleterler, devrimci proletarya onun karşısına çıktığında, burjuvazinin özgürlüğün, vatanın, dilin ve ulusun çıkarlarına nasıl ihanet ettiğini düzinelerce kez gördük. Fran­sız ulusunun en ağır boyunduruk ve aşağılanma anında, Fransız burju­vazisinin nasıl Prusyalılara iltihak ettiğini, ulusal savunma hükümeti­nin nasıl halka ihanet hükümetine dönüştüğünü, ezilen ulusun burjuva­zisinin, elini iktidara uzatmaya kalkan kendi hemşerilerini, proleterleri alaşağı etmek için nasıl ezen ulusun askerlerinden yardım istediğini gördük. Ve bu nedenle biz, şovenist ve oportünist saldırıların bizi bir an bile şaşırtmasına izin vermeden, Polonyalı işçiye her zaman şunu söyleyeceğiz: Ancak Rus proletaryasıyla kurulacak en tam ve en sıkı bir ittifak, otokrasiye karşı günlük siyasi mücadelenin taleplerini layı­kıyla yerine getirebilir, ancak böyle bir ittifak, tam politik ve ekono­mik kurtuluşun güvencesidir.

Polonya sorunu üzerine söylediklerimiz, tümüyle ve bütünüyle herhangi bir başka ulusal soruna da uygulanabilir. Otokrasinin lanet olası tarihi bize, onun tarafından ezilen çeşitli halkların işçi sınıflarının korkunç bir yabancılaşmasını miras bırakmıştır. Bu yabancılaşma, otokrasiye karşı mücadelede en büyük kötülüktür, en büyük engeldir ve bu kötülüğü kanun derekesine çıkarmamalıyız, ayrı partilere ya da “federatif bir partiye dair “ilkeler”le bu alçaklığı takdis etmemeliyiz. Asgari direniş yolunu tutmak ve şimdi “Bund”un da yapmak istediği gibi herkesin kendi köşesine çekilmesine izin vermek elbette daha ba­sit ve kolaydır. Birliğin gerekliliğini daha da kavradıkça, tam birlik ol­madan otokrasiye karşı ortak saldırının olanaksızlığına daha da kanaat getirdikçe, bizim politik koşullarımız altında merkeziyetçi bir mücade­le örgütünün gerekliliği daha da güçlü bir şekilde ortaya çıktıkça, soru­nun “basit”, fakat sadece görünürdeki bir çözümüyle, özü itibariyle ise temelden yanlış bir çözümüyle yetinmeye o kadar az meyilli olacağız. Yabancılaşmanın zararlılığı tanınmazsa, proletarya partisinin kampın­da bu yabancılaşmaya ne pahasına olursa olsun ve radikal bir biçimde son verme isteği olmazsa, o zaman “federasyon” incir yaprağına da gerek yoktur, o zaman “taraflar”dan birinin aslında hiç çözmek isteme­diği bir sorunu çözmeye çalışmanın faydası yoktur, o zaman en iyisi, otokrasi tarafından ezilen tüm milliyetlerin proleterlerini bu otokrasiye ve gittikçe daha sıkı biçimde birleşen uluslararası burjuvaziye karşı mücadelenin başarısı için merkeziyetçiliğin gerekli olduğuna ikna et­me işini canlı deneyimlerin ve gerçek hareketin vereceği derslere bırakmaktır.

Iskra No: 44, 15 Temmuz 1903 / (Tüm Eserler, Cilt 6, s. 452-461. (Rusça))