Türkiye Komünist Partisi Program Taslağı (2)

Türkiye Komünist Partisi Program Taslağı (2)

Türkiye Komünist Partisi Program Taslağı

Türkiye Komünist Partisi’nin yeni Program taslağı Ocak 2014 tarihinden beri tartışılıyor ve katkılar sonucu geliştiriliyor. Son taslak halini bu sayımızda bölümler halinde yayınlamaya başlıyoruz. Her sayıda yayınlanan bölümler için notlarınızı alabilirsiniz. Ancak tüm bölümler yayınlandıktan sonra notlarınızı, görüş, eleştiri ve katkılarınızı bütünsellik içindetkp.bilgi@googlemail.com adresine yazılı olarak yollayabilirsiniz.

Parti örgütleri ve yoldaşlarımız arasında bu taslak parti çalışmasının önemli bir alanı olarak örgütlü olarak tartışılıp ele alınıyor. Taslağı ATILIM’da yayınlamaktaki amacımız örgütlü çalışma içinde bulunmayan, TKP’nin gerekliliğini savunan ancak arayış içinde olan, TKP’yi savunan ancak ideolojik ve politik olarak kimi değişik duruşları olan, farklı devrimci, sosyalist, hatta devrimci-demokratik örgütlenmeler içinde bulunan, eski parti üyesi olup da bugün bazı konularda farklı yaklaşımları olan, partimizde daha önce yönetici görevlerde bulunmuş olup bugün dünyaya farklı pencerelerden bakan dostlarımızın da katkı ve görüşlerini almaktır.  Bu görüşler bir eleştiri niteliğinde de, bugünkü durdukları yerin gerekçelendirilmesi biçiminde de olabilir. Kuşkusuz ki burada kastettiğimiz dostlarımız geçmişte yapılan tüm çalışmaları bir daha tekrarlanmaması gereken bir hata olarak gören ve sınıf savaşımına sırtını dönen, anti-komünist pozisyonları savunan unsurlar değildir. Devrimci hareketin şu ya da bu yerinde mücadelesini sürdüren, ancak Marksizm-Leninizm’e, geçmiş ve bugünkü pratiğimize eleştirel olarak yaklaşan ancak geçmişini de karalamayan, sahip çıkan dostlarımızdan bahsediyoruz. Parti tarihimizi bir bütünsellik içinde ele aldığımızda bugün ve bundan sonraki savaş dönemleri için tüm bu görüşleri değerlendirme gereksinimi duyuyoruz.

Program sürekli geliştirilecek bir belgedir. Bu taslak bağıtlandıktan sonra da gelişecektir. Bugün için amacımız tüm bu tartışmalara ve örgütlü çalışmamıza yön verecek, teorik, ideolojik, politik, programatik temeli güçlendirmektir. Bu tartışma aynı zamanda Türkiye ve Kürdistan’ın devrimci ve sosyalist güçleri arasında var olan görüş farklılıklarının dostane bir temelde tartışılmasına katkı sağlamakta, ülkenin, bölgenin ve dünyanın sorunlarına ortak bir yaklaşım geliştirmek açısından hizmet etmektedir.

TKP’nin yeni programını tüm bu görüşleri de alarak son halini vereceğiz. Türkiye işçi sınıfının politik örgütü TKP’nin programı tüm bu çevrelerin, birikimlerin ve deneylerin ışığında değerlendirilerek son halini alacak, tüzüksel organlarda son hali karar altına alınacak, onaylanacaktır. Böylece sınıfın partisinin programı alışılagelmişin dışında devrimci mücadelenin içindeki çeşitli kişi ve çevrelerin de katkısıyla şekillenmiş olacaktır.  Onaylanacak olan TKP Programı tüm yoldaşlarımız için bağlayıcı olacaktır.   

TKP Merkez Organı ATILIM Redaksiyonu

 

III. ÇAĞIMIZIN KARAKTERİ VE ULUSLARASI DURUM

Çağımız, Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin açtığı çığır ile Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağıdır”. 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Demokratik Almanya Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti, Romanya Sosyalist Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti ve Polonya Halk Cumhuriyetinde iktidarların uluslararası ve ulusal, karşı-devrim komplosu tarafından yıkılması bu gerçeği değiştirmiyor. Emperyalizm döneminde, yani günümüzde, kapitalizmden sosyalizme geççağı olgusu bir yasallıktır. Belirleyici olan ulusal ve uluslararası anlamda öznel koşulların bu nesnelliğe uygun olarak geliştirilmesidir.

Partimiz, Sovyetler Birliği ile Sosyalist Topluluk Ülkelerinde gelişen ve sosyalist iktidarların yıkılması ile sonuçlanan karşı-devrimin iç ve dış faktörlere dayalı olduğunu, diğer Sosyalist Topluluk Ülkelerindeki olumsuz gelişmelerin Sovyetler Birliğindeki gelişmeler tarafından tetiklendiğini tespit ediyor.

Emperyalist-Kapitalist Sistem, 1917 Sosyalist Ekim Devriminin utkusundan itibaren önce Sovyetler Birliği, sonra da diğer Sosyalist Topluluk üyesi ülkelere, dünya devrimci sürecinin bir bileşeni olan, Ulusal Kurtuluş Hareketleri ve Kapitalist Ülkeler İşçi Sınıfı Hareketlerine karşı, onları boğma ve yok etme girişimini elden bırakmamıştır. Bu amaçla, -politik, ekonomik, ideolojik ve askersel- her yöntemi kullanmıştır. İkinci Dünya Savaşında faşist Alman ordularının Y.V.Stalin yoldaşın önderliğinde Sovyet Kızıl Ordusu tarafından yenilmesini, bunun akabinde Doğu Avrupa’da, süreç içinde Sosyalizm kuruculuğuna yönelen Halk Demokrasilerinin oluşmasını, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesini ve ülkeler bazında başarılar elde etmesini, Çin, Vietnam ve Küba’da sosyalizme yönelen devrimlerin gerçekleşmesini hiç bir zaman hazmedememiştir. Yetmişli ve seksenli yıllarda dünyayı bir nükleer savaş tehlikesinin eşiğine getirmiştir.

Sınıf karşıtlarımızın işçi sınıfı iktidarlarını ve halk demokrasilerini boğmak, mücadelesini yok etmek için her yolu denemeleri kendi açılarından anlaşılırdır. Belirleyici olan, işçi sınıfının politik güçlerinin ve sosyalist gelişme yolundaki ülkelerin iktidarlarının bu girişimlere nasıl yanıt verecekleri, uluslararası alanda sınıf savaşımının stratejisini nasıl saptayacaklarına bağlıdır. Bu anlamda değerlendirildiğinde, söz konusu karşı-devrim sürecinde, iç faktörlerin dış faktörlerden daha belirleyici olduğunu tespit edebiliyoruz.

Karşı-Devrim’in başarılı olmasına neden olan iç faktörleri iki temelde ele almak mümkündür. Birincisi; Sovyet devriminin önderi V.İ.Lenin’in ölümünden sonra Y.V.Stalin tarafından sürdürülen sosyalizmin kuruluşu ve savunulması politikalarının bolşevik çizgisi, Y.V.Stalin’in ölümünden sonra kırılmaya uğramıştır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi-SBKP’nin 1956 yılında gerçekleştirdiği XX.Parti Kongresi ile başlayan kırılma, revizyonist politika ve uygulamalardır. Bunun sonucunda hem içte, proletarya diktatörlüğünün yapısı deformasyona uğramış ve uygulamalarda yanlışlıklar baş göstermiştir, hem de SBKP bürokratikleşmiş ve parti içinde anti-parti, anti-komünist unsurların gelişmesine yol açmıştır. İkincisi; ise birinci sebebe bağlı olarak, toplumda sosyalist devlet, parti ve üretim araçlarına karşı baş gösteren deformasyon ve yabancılaşmadır. Toplum, tüm damarlarına kadar bu olumsuz gelişmelerin etkisinde kalmış, çarpık gelişmiş ve sosyalist düşünceler toplum nezdinde değer yitirmiştir. Uzun bir dönemi kapsayan bu süreç, toplumu, karşı-devrim girişimlerine karşı direnecek, sosyalizmi savunacak bir toplum olmaktan çıkarmıştır.

Politik, ideolojik, ekonomik ve kültürel olarak toplumun her alanını olumsuz olarak etkileyen bu gelişme, sorunların artması ile uluslararası alanda sınıf savaşımının gereklerinin de yerine getirilmemesini de beraberinde getirmiş ve başta ABD olmak üzere, emperyalist merkezlerle uzlaşma politikasına dönüşmüştür. Emek-sermaye çelişkisinin uzlaşmaz çelişki olmadığı ve emek-sermaye çelişkisi kadar “global sorunlar ile insanlık arasındaki çelişkilerin” de en az emek-sermaye çelişkisi kadar temel olduğu “teorisi”, “insanlığı tehdit eden barış meselesinin çözümü için sınıf karşıtı ile de uzlaşmaya girilmesi gerektiği, aksi taktirde sosyalizmin de insanlık için bir kazanım olmayacağı, çünkü dünyanın yok olacağı” tezi bu sürecin politikasını belirlemiştir.

Anti-Parti unsurların Parti ve Devletin kilit noktalarını ele geçirip yerleşmesi ile sonuçlanan bu uzun süreçler, o dönemde dünya yer küresinin üçte birini kapsayan Dünya Sosyalist Sisteminin, Reel Sosyalizmin yenilgisi ile sonuçlanmıştır.

Uluslararası işçi sınıfı hareketinin en önemli kazanımı olan, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi ve Sovyetler Birliği’ne karşı tavır Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşundan beri tarihinin her aşamasında mihenk taşı olmuştur. SBKP ile kardeşçe bağlar içinde olan Partimiz, Proletarya Enternasyonalizmi ve Marksçı-Leninci ilkeler gereği, tüm dalgalanmalara, olumsuz gelişmelere karşı Sovyet Devrimi ve Sovyet Ülkesini sonuna kadar savunmuştur. Bu duruş, doğru ve ilkesel bir duruştur. Ne ki, SBKP’nin geliştirdiği çizgi diğer kardeş Komünist Parti yönetimlerinde olduğu gibi, Partimizin yönetiminde de olumsuz etkilere neden olmuştur. Sovyetler Birliği’nin uluslararası alana yönelik devlet politikası ile ülkelerdeki Komünist Partilerin ve hatta tek tek Sosyalist Ülkelerin politik yönelimleri her zaman uyumlu olmamıştır. Ancak hiç bir KP yöneticisi veya Sosyalist Ülke yöneticisi, SSCB ve SBKP yönetiminin bu denli sinsi bir sosyalizme ihanet politikası güdebileceğinden yola çıkmamıştır. Partimiz, bu olumsuz gelişmelerden dolaysız olarak etkilenmiş ve bu sebepten dolayı da kendi pratiği ve tarihini değerlendirirken geçmişi ile hesaplaşarak bugünlere gelmiştir. Günümüzde olsa SSCB ve SBKP’ye karşı yine aynı ilkesel duruşu sergileyecek olan Partimiz, veri olarak Lenin ve Stalin yoldaşların SBKP ve SSCB önderliği döneminde uygulanan, ilkesel ama özgür tartışma temelinde, demokratik merkeziyetçilik ilkesinin, disiplin ve eleştiri-özeleştiri ilkeleri ile birlikte uygulanması konusundaki hassasiyet ve girişimlerini, kardeş Komünist Parti’ler arasında olması gerektiği gibi uygulardı. Reel politikalar temelinde oluşan görüş farklılıkları, bilimsel temelde ve günümüzün görevlerinin pratiğine uygun olarak dürüstçe tartışılmalı ve sonuçlar çıkarılmalıdır. Yaşanan acı deney bize, Komünist Partilerin kendi aralarındaki görüş farklılıkları ve sorunları karşılıklı saygı ve ilkeler temelinde tartışma zorunluluğunu öğretmiştir.

Türkiye Komünist Partisi bu yenilgiyi geçici bir politik yenilgi ve gerileme olarak nitelendirmektedir. 1871 Paris Komünü deneyi 72 gün sürmüştür. 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi deneyi ise 74 yıl dünyadaki tüm dengeleri değiştirmiştir. Sovyet deneyimi, dünyada etkileri hiç bir zaman silinmeyecek nitelikte olumlu izler bırakmıştır. Bir o kadar da zengin bir deney hazinesidir. İnsanlığın, işçi sınıfının öncülüğünde baskı ve sömürüden kurtuluş mücadelesi için ders çıkarılması gereken olumsuz etkenlerin olduğu, ancak ilham kaynağı olan olumlu yanların ağırlıkta olduğu bu deney, işçi sınıfına bundan sonraki mücadele süreçlerinde daha iyisini yapabilmek için yol gösterici olacaktır.

İşçi sınıfının Sosyalizm mücadelesini saptırmak, reformizme indirgemek ve liberalleştirmek için görev başında olan sağ ve “sol” güçler, Marksizm-Leninizm’in bilimsel olarak yanlışlığından kaynaklandığını ve sosyalizmin, komünizmin gerçekleştirilemeyecek olduğunu ispat etmek için bu yenilginin ideolojik bir yenilgi olduğunu savunmaktadırlar. ABD’deki anti-komünist düşünce kuruluşu ve enstitülerin bu yöndeki çalışmaları uluslararası alanda olduğu gibi ülkemizde de yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Türkiye Komünist Partisi tüm bu karşı-devrimci düşüncelere karşı ideolojik mücadeleyi ardıcıl olarak örgütlemekle kendini yükümlü görmektedir. Dünya Komünist Hareketi’nin genelinde olduğu gibi, Türkiye Komünist Partisinde de 1991’deki tasfiyenin ve çöküşün kaynağı Marksist-Leninist ideolojinin yenilgisi değil, kökü eskiye uzanan bir ideolojik revizyon sürecinin giderek güçlenip KP politikalarında yarattığı çarpıklık ve sapmadır. Günümüzde hala sömürünün kaynağı mülkiyet sorunudur. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kalkmadığı ve artı-değer sömürüsüne son verilmediği sürece işçi sınıfı her zaman sömürülen ve ezilen bir sınıf olarak kalacaktır. Bu düzeni değiştirmek ancak onu yıkmak ve yerine İşçi Sınıfının Politik İktidarını, Proletarya İktidarını kurmak ile mümkündür. Bu da ancak Marksçı-Leninci dünya görüşü doğrultusunda gerçekleştirilebilir.

Uluslararası alanda komünist güçlerin mevzii kaybetmesi sonucunda başta ABD olmak üzere emperyalizm dünyada istediği gibi hareket etmeye başladı. Dünyanın siyasi ve coğrafi haritasını yeniden düzenleme yoluna koyuldu. Ne ki bu önlemlerin tümü kapitalist-emperyalist sistemin özünü değiştirmiyor. Kapitalizm dünya çapında sürekli bir kriz ortamındadır. Doksanlı yılların krizi, çok daha ağır sonuçları ile 2000’li yıllarda doruğa ulaştı. Kapitalist sistemin yapısal krizi sürekli bir emare olarak artık önüne geçemeyecekleri bir hal aldı. V.İ.Lenin, Kapitalizmin en üst aşaması Emperyalizm” eserinde, emperyalizmi ekonomik anlamda can çekişen kapitalizm olarak niteler. Kapitalizm, can çekişirken ömrünü uzatabilmek için, sömürü oranını artırmaya ve dolayısıyla yayılmacılık, baskı ve saldırganlığını sınıfsal karakterine koşut olarak geliştirmeye mahkumdur. 11 Eylül 2001 provokasyonunu gerekçe göstererek dünyanın farklı bölgelerini; ama özellikle Yakın-Doğu, Orta-Doğu ve Kuzey Afrika’yı kan gölüne çeviren emperyalizm, bu yöntem ile yaşamaya çalışıyor. Ulusların arasında savaşları körüklemek yeterli gelmediği için din ve mezhep savaşları kurguluyor. Özünde, sınıfsal olan amaçlarına ulaşmak için bu olguları, halkları karşı karşıya getirmek ve bölmek için kullanıyor, savaş ocakları körüklüyor.

Böyle bir süreçte işçi sınıfının uluslararası boyutta sınıf mücadelesi çok daha fazla önem kazanıyor. Emperyalizm bir yandan ekonomik olarak neo-liberal politikalar, diğer yandan siyasi olarak işçi sınıfı hareketi içinde reformist akımları destekleyip güçlendirerek devrimci atılımların önünü kesmeye çalışıyor.

Bu koşullarda Türkiye Komünist Partisi ve Uluslararası Komünist Hareketin önünde duran en önemli güncel görev, Marksçı-Leninci ilkeler temelinde, teoride, ideolojide, politikada ve pratikte eylemliliğini geliştirmektir. Reformizmin, revizyonizmin ve oportünizmin her türüne karşı mücadele böyle dönemlerde özel bir önem kazanıyor. Baskı ve sömürüye son verecek tek yöntem, işçi sınıfının politik öncülüğünde gerçekleştirilecek sosyalist devrimlerdir. Günümüz koşullarında Proletarya Enternasyonalizmi ilkesinin uygulanması, mücadelenin uluslararası boyutu ele alındığında geçmişe göre çok daha büyük bir önem kazanmıştır. O gün, öncelikle, dünya proletaryasının en büyük kazanımını korumak ve geliştirmek için Sovyet ülkesi temelinde geliştirilen enternasyonalist dayanışma, Uzak-Doğu, Afrika, Latin Amerika halklarının özgürleşmesinde ne denli belirleyici bir rol oynamışsa, bugün de bu yakıcılığını korumaktadır. Dünya Komünist Hareketi’nin bir ideolojik ve örgütsel merkeze günümüz koşullarında sahip olmaması, Komünist Partiler arasında kimi konularda görüş farklılıklarının oluşmuş olması, ancak en önemlisi, proletaryanın uluslararası alanda mücadelesini güçlendirmesi zorunluluğu bu konuda adımlar atılmasını gerekli kılmaktadır. Emperyalist sömürü ve saldırganlığın geldiği yeni aşama, Marx ve Engels’in öngördüğü şekilde sermayenin uluslararası örgütlülüğü, Türkiye Komünist Partisi’ne göre Komünist Enternasyonal tarzı uluslararası bir merkezin örgütlenmesini dayatmaktadır. Bütün Ülkelerin Proleterleri Birleşiniz !” belgisi örgütsel anlamda yaşama geçirilmelidir.

Sermayenin uluslarası örgütlenmesi, emperyalist merkezlerde ulusal sermayelerin ve ona karşı ulusal çapta sınıf mücadelesinin yükseltilmesinin önemini azaltmıyor. Tam tersine emperyalistler arası çelişkilerin Lenin’in Emperyalizm yapıtında da altını çizdiği gibi, aralarında savaşmaları da dahil aralarındaki çelişki ve rekabeti çözme mücadeleleri, işçi sınıfının ulusal çapta sınıf mücadelelerini güçlendirmesini ve her bir ülkede burjuvazi iktidarı ile savaşımı gerekli kılıyor. Partimiz, bu anlamda ulusal bir mücadeleyi yadsıyan ve “küreselleşme”, “globalizm” adı altında emperyalizmin karakterini çarpıtan, onu “ultra emperyalist” gibi Kautskici veya o görüşlerin bugünkü nitelemesi olan, “kollektif emperyalizm”, “üst emperyalizm”, “trans-kapitalizm” gibi teorik-ideolojik sapmalara, veya anti-emperyalist mücadelenin devrimci hareketin gündemindeki önemini inkar eden sekter, neo-troçkist yaklaşımlara karşıdır. Lenin’in, Emperyalizm çalışmasında dile getirdiği teorik açılımlar bugün geçerliliğini korumaktadır ve Komünist Partilerin, uluslararası durumu irdelemelerinde ve ulusal çapta mücadelelerinin stratejik hedeflerini belirlemede temel alınmalıdır.

Uluslararası Komünist Hareketin Türkiye’deki müfrezesi olan Türkiye Komünist Partisi, gerek 95 yıllık savaş tarihinden, gerekse de 74 yıllık Reel Sosyalizm deneyinden gerekli dersleri çıkararak sürmekte olan sınıf savaşımına daha etkin müdahalede bulunmak ve uzak olmayan gelecekte somut sonuçlar almak için üzerine düşen görevlerinin bilincindedir.

IV. TÜRKİYEN DURUMU

Türkiye, orta derecede gelişmişlikten, gelişmiş kapitalist bir ülke statüsüne geçme aşamasında bulunan bir ülkedir. Ekonomik, politik ve askersel olarak emperyalist uluslararası örgütlerin bağımlı bir üyesidir.

Türkiye’de devlet, işbirlikçi ve tekelci olup uluslararası tekellere bağımlı burjuvazinin hizmetindedir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin devlet düzeyindeki bu örgütlenmesi sistemin temelidir. Devletin temel örgütsel ilkesi bu temelin olası tehlikelere karşı korunmasıdır. Tekelci kapitalizmin her sorunu tekelci devletin sorunudur. Tekelci kapitalizm kendini yeniden üretirken uluslararası ölçekte diğer tekellerle ilişkilere girer. Bu ilişkiler devletin de bağımlılığını pekiştirir. Sınıf karşıtlığı temelindeki bu örgütlenme statik değildir. Bu ilişkilerin aldığı her biçimin ortaya çıkardığı sorunları çözmek ve sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı tehditleri gidermek için her defasında kendini yeniden tarifler.

Tekelci burjuvazinin sınıf çıkarları ve bu çıkarları korumak için verdiği mücadele, devletin baskı ve ideolojik aygıtlarına, orduya, polise, bürokrasiye, hukuk sistemine, okullara, dini kurumlara, sağlık sistemine, kültüre damgasını vurur ve buralarda tariflenir. İktidar bu tariflenmenin aracıdır.

Ulusal Kurtuluş Savaşı olarak başlayan ve 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin başarısı karşısında emperyalist ülkelerin politika değiştirerek, Türkiye’yi genç Sovyet Rusya’ya karşı kendi yanında tutabilmek için 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetinin bugünkü sınırları içinde kurulması ile sonuçlanan süreç Türkiye’yi kuruluşundan itibaren emperyalizme göbekten bağlı bir niteliğe kavuşturmuştur.

Ekonomik olarak, bir yandan küçük üretici köylü tarımı geri bıraktırılmış, diğer yandan ise tarımın kapitalistleşmesi politikası izlenmiştir. Üretim sanayii engellenmiş, montaj sanayine ağırlık verilmiş, yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklarının ulusal olarak değerlendirilip ekonomiye kazanılması emperyalist güçler tarafından yasaklanmış, ancak kısmen kendi kontrollerinde ipotek altına alınmış ve işletilmiştir. Özellikle 24 Ocak 1980 neo-liberal ekonomik politikaların uygulanmaya başlanması ile finans kapital dengesiz ve aşırı olarak geliştirilmiş, finans alanında büyük bir spekülasyon ve rant ekonomisi yaratılmıştır. CIA, 2013 “Factbook” raporlarında, finans ekonomisinin verilerine dayanarak Türkiye’yi “gelişmiş kapitalist sanayii ülkeleri” listesine dahil etmiştir. Türkiye’de, sanayi üretimine dayanmayan, ranta dayalı spekülatif araçlar temelinde hareketli bir pazar ekonomisini korumayı hedefleyen, neo-liberal bir ekonomik yapı oluşmuştur. Türkiye, istihdam sağlama açısından yeterlilik göstermeyen, gizli ve açık işsizliğin yaygın olduğu bir yapıya sahiptir. Araştırma, geliştirme ve yeni buluş alanında Türkiye en alt düzeylerde seyretmektedir. Kamu İktisadi Teşekküllerinin ve devlet varlıklarının özelleştirilmesi ve uluslararası tekellerin hizmetine sunulmasıyla ülkede görece bir likidite sağlanmıştır. Türkiye ekonomisi, orta ve uzun vadede büyük krizlere gebe ve onların sonuçlarını kendi kaynakları ile aşamayacağı bir yapıya kavuşmuştur. İthalat ile ihracat arasındaki dengesizlik ve sonucunda oluşan cari açık bu ekonomik yapı ve kendi dinamikleri ile aşılamayacak durumdadır. AKP Rejiminin “Şanghay İşbirliği Örgütü” üyeliği konusunda spekülasyonlar geliştirmesi, yeni pazarlar yaratmak ve bu dengesizliği aşma amacına yöneliktir. Türkiye ekonomisi, yabancı sermaye akışını da içeren spekülatif finans sistemi, devlet olanaklarının talan ve rantı temelinde gelişen yapı-inşaat sektörü ve Türkiye’nin jeopolitik konumundan kaynaklanan gayrı meşru finansman kaynakları dahil, kayıt dışı sektörler vasıtasıyla ayakta kalabilmektedir. Türkiye ekonomisinin “gücü” resmi istatistiklere dayalı ekonomik verilerden çok, kayıtlara geçmeyen yasadışı gelirlere dayanmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin uluslararası ekonomik krizleri karşısında, özellikle son dönemde Türkiye ekonomisinin fazla etkilenmemesinin altında yatan gerçek neden budur.

Türkiye’de uluslararası ve ulusal politik kaymalar doğrultusunda rejimin sürekli dizayn edilmesi amacıyla askeri, gerici, faşist darbeler ve rejimler defalarca uygulanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri totaliter, sivil ve askeri diktatörlükler ile yönetilmiştir.

Türkiye, en büyük siyasi darbeyi 12 Eylül 1980 faşist diktatörlüğü ile yemiş, ülkede tüm muhalif güçler ezilmiş, işçi sınıfının politik ve sendikal örgütlenmesi, devrimci-demokratik yığın hareketleri ana hedef seçilmiştir. Bunun karşılığında geniş halk yığınlarını daha kolay etki altına alabilmek için en kapsamlı dinsel içerikli yapılanmalar sözde “laik” geçinen askerler tarafından yaşama geçirilmeye başlanmıştır. 1983’ler ile beraber temelleri 24 Ocak 1980 kararları ile atılan neo-liberal bir ekonomik sistem geliştirilmiş, bu yolla ülke ekonomisi göreceli olarak geliştirilmiş, yoksul geniş halk yığınlarını borçlandırmaya yönelik aldatıcı gelir artırımı ile toplumun hakları uğruna örgütlenmesi ve mücadelesi kırılmaya çalışılmıştır. Görece olarak geliri artan kesimler özünde borçlanma ekonomisi sayesinde gerçek anlamda, - bu olguyu bugün hissetmeseler ve bilincine varmasalar dahi -, daha da yoksullaşmışlar, zenginler ise servetlerine servet katmışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden itibaren Sünni-Müslüman olmayan dinsel toplumlara savaş açmış, Aleviler, Ermeniler, Rumlar, Asuri-Süryaniler ve Ezidiler akıl almaz ayrımcılık ve baskılara maruz kalmışlardır. Aleviler haricindeki dinsel toplulukların nüfusu bu uygulamalar sonucunda ciddi bir şekilde azaltılmıştır.

Türkiye’de cumhuriyet kurulalı beri var olan en önemli toplumsal-politik sorunlardan biri de Kürt halkını inkar, imha, yok etme ve sömürge politikasıdır. Kürt Özgürlük ve Ulusal Demokratik Hareketi’nin zorlu mücadelesi sonucunda bugün Kürt kimliği sözel olarak kabul edilir duruma gelmiştir. Ne ki, Kürt ulusunun, demokratik, siyasal ve kültürel hakları anayasal çerçevede garanti altına alınmamıştır. Bugün, Kürt ulusunun tanınması gerçeğinin kabulünü olağan bir olgu olarak gören CHP yönetimi, Cumhuriyetin kurucu partisi ve tek parti döneminin sorumluluğunu üstlenip politik özeleştiri yapmamaktadır. Kürdistan’ın mahrumiyet bölgesi” ilan edilmesi, devlet memurlarının bugün bile hala doğuya sürgün” ve mecburi şark hizmeti” adı altında cezalandırılması”, Olağanüstü Hal Bölgesi ve Valiliği” adı altında Kürdistan sınırlarının fiilen tanınarak, tam anlamıyla Türkiye’nin sömürgesi olarak anlaşılması, CHP kökenli sivil ve askeri yönetimlerin eseridir.

Türkiye Komünist Partisi, Ayrılma hakkı dahil, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” Leninci ilkesini sadece biçimsel olarak değil, ilkesel olarak savunmaktadır. Bu kararı Kürdistan halkı kendisi vermelidir. Bu ilkeyi savunmak sınıfsal bir yaklaşımdır. Komünistler, bir yandan bu ilkeyi savunur ve mücadelelerini ona göre geliştirirken, işçi sınıfının mücadelesinde tüm uluslardan işçilerin Sosyalizm mücadelesinde ortak politik amaçlar doğrultusunda sıkı işbirliğini savunurlar. Bu yanı, sınıf mücadelesinin enternasyonal yanıdır.

“… Proletarya, tüm ulusal toplulukların işçileriyle, istinasız bütün işçi sınıfı örgütlerinde tam ve çok sıkı bir ittifak içinde olmadıkça, sosyalizm savaşımını sürdüremez ve gündelik ekonomik çıkarlarını savunamaz…” (Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı - Tezler - V.İ.Lenin, Tüm Eserler, Almanca, Cilt 22, S. 144-159, Dietz Verlag, Berlin, 1960)

Türkiye Cumhuriyeti, bugün bulunduğu bölgede güvenlik açısından olumsuz bir unsurdur. Bölgede emperyalizmin jandarmalığını üstlenmesinin ötesinde “Türk-İslam Sentezi” politikası doğrultusunda, Balkanlardan, Kafkaslara, Körfeze ve Çin Seddine kadar sınırlarını genişletme hayalini görüyor. Bu çerçevede özellikle Irak ve Suriye konusunda somut girişimlerde bulunuyor, Güney Kürdistan yönetimini kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyor, İran’ı karıştırıyor. 1974 yılında işgal ettiği Kıbrıs topraklarında Türk işgali sürerken yeni maceralara soyunuyor. Türkiye, son dönemlerde artan sermaye birikiminin sermaye ihracını dayatması ve askersel-sınai kompleksin geliştirilip, silah ihracatının olanaklı hale gelmesi sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu geleneğini ideolojik bir motif olarak kullanarak bölgesel emperyalist güç olma yönünde politikalar geliştirmektedir. Bilhassa Kürt halkına yönelik haksız savaşı Türk Silahlı Kuvvetlerini modernize etme süreci için bir araç olarak kullanan Türkiye egemenleri, dış politikadaki taleplerini askeri gücü kullanarak dayatma olanaklarını yaratmaya çalışmaktadırlar. Bölgesel emperyalizmin sağlayacağı zenginliklerden pay alabileceğini uman ve Sünni-muhafazakâr yapısal hegemonyanın etkisi altında olan kitlelerin beklentileri, egemen sınıfların bu politikalarına destek sunmaktadır.

12 Eylül 1980 faşist darbesinden beri sistematik olarak geliştirilen “Türk-İslam Sentezi” çizgisi genel ve temel olarak ABD Emperyalizmine bağlı olarak yürütülen bölgesel görevlere ilave olarak Türkiye’deki egemen sınıfların gizli hedefi olarak örgütleniyor. Bu olgular, Türkiye’nin bölgede ve dünyada, barış değil bir gerginlik, çatışma ve savaş unsuru olmasını beraberinde getiriyor.

Dinsel gericilik Sünni-İslam temelinde toplumda milliyetçilik ile birlikte geliştiriliyor. Eğitim sistemi ve yaşam normları alanlarında dışa yansıyan sürecin yanı sıra en köklü adımlar dinsel sermayenin geliştirilmesi ve dinsel kadroların devlet bürokrasisine yerleştirilmesi alanlarında somutlanıyor.

Türkiyede devlet, emperyalizme bağımlı işbirlikçi tekelci burjuvazi, sivil bürokrasi ve askerlerin oligarşik yapısından oluşuyor.

İşçi sınıfının, sosyalizm mücadelesinde hedefi, burjuva devlet aygıtının tümüdür. Türkiye Komünist Partisi, Türkiye’de burjuva sınıfının işbirlikçi oligarşik devletin iktidarına son verip işçi sınıfının politik iktidarını, Sosyalist Toplum Düzenini kurmak için mücadele eder.