Yakın Tarihimizden Çıkarılacak Dersler, Seçimler, Devrimci Durum ve Görevlerimiz

Yakın Tarihimizden Çıkarılacak Dersler, Seçimler, Devrimci Durum ve Görevlerimiz

İttifaklar, siyasi partiler, seçmenler 14 Mayıs 2023 tarihine gözünü dikmiş “seçime” hazırlanıyor. Bu da doğal. Çünkü bu seçim, şimdiye kadar yaşananlar içinde eşi benzeri olmayan bir seçim. Çünkü bu seçim ortamı, aynı anda hem “parlamenter” yoldan beklentilere yol açıyor, hem de ülke hızla “devrimci duruma” dönüşecek büyük ve derin bir çoklu kriz yaşıyor. Bir yanda kitlelerin böyle bir devrimci duruma hazırlanmasını perdeleyen “parlamenter hayaller” var, diğer yandan da Erdoğan rejiminin yıkılmasıyla “devrim ve karşı devrim” çatışması ihtimali var.

14 Mayıs’ta gerçekten de Erdoğan rejimine son verilebilir. Oy hırsızlıkları, provokasyonlar, YSK’nın “sivil darbe”, Akar ve Fidan’ın “askeri darbe” yeltenişi önlenebilirse, Erdoğan’ın devrilmesi kesindir. Tersi durumda ise Erdoğan kaybettiği seçimi “kazanır.” 

Şu da var: Erdoğan kaybetmeyi kabul etse bile, tıpkı Haziran 2015 seçimlerini kaybettiği halde yeniden iktidarı gasp etmeye kalktığı gibi, Millet İttifakı hükümetine karşı seçimin hemen ertesinde yıkıcı hamleler yapacaktır.  Bu da seçimden bir gün sonra ülkenin tablosunun kökten değişeceğini devrimle karşı devrim arasındaki çatışmanın olağanüstü derinleşeceğini gösterir. 

İşte şimdi komünistler ve tüm devrimci güçler, bilinçlerini “iki aylık parlamenter hayallerle” bulandırmamalı, seçime var güçle asılırken, seçimin yapıldığı geceye ve seçimden sonraki fırtınalı aylara hazır olmalıdırlar. Bir anda, hiç beklenmeyen bir nedenle “devlet krizinin” devrimci duruma dönüştüğü ana hazırlıksız yakalanmamalıdırlar. 

Ülkenin sosyo-politik durumunu ve halk kitlelerinin sosyo-psikolojik durumunu bilimsel komünizmin ışığında tahlil etmek seçim sonrasına, belki de seçime az kala ortaya çıkacak beklenmedik olaylara hazırlığın ilk adımıdır. 

Bu arada tarihten ders çıkarmak da bugüne doğru yaklaşmak için önemli bir yöntemdir.   

Yakın TKP tarihinde en büyük hata, parti içinde “devrimci durumla” ilgili tartışma sonucunda meydana gelen bölünme oldu. 

Bu tartışma yanlış yönlendirildi. Bu yönlendirmede bazı sosyalist ülke parti aygıtı kadrolarının rolü de oldu. Parti “devrimci durum var ve devrimci durum yok” diyenler arasında bölündü.  

Hiç kuşkusuz bu tartışma yapılmalıydı. Çünkü partinin taktik planları “devrimci durum” ile ilgili saptamaya dayanacaktı.  Ne var ki, bu tartışmayı Marksist-Leninist devrim teorisi temelinde örgütleyecek olan “yurtdışındaki” Politik Büro, ülkedeki somut siyasal ve toplumsal durum hakkında ne yeterli veriye sahipti, ne de eldeki verileri doğru bir öngörüyle yorumlayacak yetenekteydi.    

Devrimci durumun varlığını gösteren olgu, devrimci örgütlerin, o dönemde olduğu gibi faşist MHP militanlarıyla silahlı çatışma halinde olması değildi. İşçi sınıfının en büyük çoğunluğunun ve müttefik zümrelerin eylemlere ve grevlere katılma derecesiydi.

İlk bakışta bu geniş kitlelerin giderek “geri çekildiğini” söylemek mümkündü. Ancak bu “geri çekilmede” iki hatalı yaklaşım önemli rol oynadı. Devrimci militanlarla faşistler arasındaki silahlı çatışmalar ve kitlesel ölümler, “silahsız işçi ve emekçi kitleleri” terörize etmişti. Faşist unsurların kanlı saldırılarının amacı da zaten buydu. Bu kanlı saldırılar devrimci parti ve hareketleri kaçınılmaz şekilde savunmaya zorladı. Ve meydan halk kitlelerinin desteğinden giderek mahrum kalan devrimci militanlarla, halk desteğine değil, devlet desteğine dayanan faşist unsurlar arasında kanlı çatışmalara kaldı. 

Bu esnada devlet bu çatışmalara kendi iç çelişkilerinin de etkisiyle müdahale etmedi, işçi sınıfının sendikal hareketine karşı harekete geçti. Kemal Türkler önce DİSK başkanlığından CHP’yle işbirliği yapan kimi solcular tarafından düşürüldü ve ardından da devlet merkezli bir suikastle katledildi. İşçi sınıfı önemli bir liderlikten mahrum kaldığı gibi, yıkıcı bir bölünmeyle zayıfladı. “Geri çekilme” süreci hızlandı ve darbeyle birlikte ağır bir yenilgiye dönüştü.

Bu olguların ilk belirtilerine bakarak “devrimci durum yok” demek haklı görülse bile, parti “devrimci duruma dönüşecek bir ortamın” varlığını görmeli ve işçi sınıfını devrimci duruma hazırlama görevlerini yerine getirmeliydi. Oysa “devrimci durum yok, darbe tehlikesi var” denince işçi sınıfını devrimci duruma hazırlama görevleri bir yana bırakıldı. “Kitlelerin geri çekilmesine” ayak uyduruldu. Gerçek durumu yansıtmasa da, o dönemde “var mı, yok mu” tartışması ve kavgası yerine “, “devrimci durum var” denseydi ve işçi sınıfı bu duruma hazırlansaydı, işçi sınıfının saflarındaki “geri çekilme” belki durdurulabilir, en azından sınıf devrimci durumu bastırmak için hazırlanan karşı-devrimci darbeye direnecek bir örgütlülüğe kavuşabilirdi.

Elbette devrimci durum var deyip, öncüyü tek başına “ayaklanmaya” sürüklemek o zaman da şimdi de en büyük yanlış olurdu. Devrimci durum var demek, ayaklanmanın bütün şartları var demek değildir. Devrimin ne zaman, hangi gün ve saatte başlatılması öncü partinin işidir. Nitekim Lenin devrim saatini “dün erkendi, yarın geç olacak” diyerek Ekim Devrimi’ni zafere ulaştırdı. “Dün” ayaklansalardı, ya da Zinovyev’ler gibi “yarın” diyerek bekleselerdi karşı devrim kazanırdı.  

Demek ki “devrimci durum var” demek, “kendiliğinden “devrimci maceracılık” değildir. Öncü güçleri “ayaklanma vaktinden” önce ya da sonra tek başına cepheye sürmek maceracılık olurdu.  

MHP’yle çatışmaya giren sol örgütler, kendi ruhsal durumlarını kitlelerin ruhsal durumunun yerine koydu, kendi devrimci eylemlerini “devrimci durum” sandı. 

O günkü somut durum devrimci durumun olgunlaşmadığını, ancak bu durumu olgunlaştırmak için önümüzde görevler durduğunu gösteriyordu. Daha sonraki yıllarda partimizin başına büyük belalar getiren TKP yurtiçi örgütlerinin başındaki kimi yöneticilerin savunduğu ve yurt dışındaki Parti yönetimine kabul ettirdikleri gibi  “Devrimci durum yok, kitleler geri çekiliyor, darbe geliyor” demek yerine, “devrimci duruma dönüşecek bir ortam” olduğunu ve bu ortamı devrimci duruma dönüştürecek görevleri yerine getirmek, işçi sınıfını terörize eden “devrimci-faşist silahlı çatışmalar” yerine tüm sosyalistleri işçi sınıfını devrimci duruma hazırlamaya çağırmak gerekiyordu.  Bir kısım solcular işçi sınıfını böldüler ve TKP de bölünen işçi sınıfının “geri çekilişine” ayak uydurarak savunmaya geçti. 

Bunlar olmasaydı devrim olurdu demiyoruz. Ancak işçi sınıfı devrimci duruma hazırlanacak bir örgütlülüğe ne ölçüde kavuştuysa, faşist darbe o ölçüde o günkü kadar kolay bir zafer elde edemezdi. Kesin olan budur. Darbeyle birlikte işçi sınıfı asıl o zaman geriye çekildi ve Kürt özgürlük hareketi dışında sol -kimi istisnalar hariç-, MHP terör eylemlerinin başarıya ulaştığını görerek çatışmayı durdurunca, büyük ölçüde silahlara veda etti. MHP terörü durdurmuş, darbeyle birlikte devlet terörü başlamıştı. İşçi sınıfının devrimci sendikal hareketi yok edildi ve sosyalist hareket parçalandı. 

Bu tarihsel deney şimdi bize güncel görevlerimizi yerine getirmede yol gösterici olabilir.  

Şu anda “devlet krizi” derinleşiyor ve kitleler hızla faşist dinci iktidardan uzaklaşıyor. Henüz devrimci durum olgunlaşmadı. Ancak dünden farklı olarak Kürdistan’da devrimci durum var ve hala gerilemedi. Kürdistan’da ne devlet eskiden olduğu gibi yönetebiliyor, ne de Kürt halkı eskiden olduğu gibi yaşamak istiyor. Bunlar, devrimci durumun en büyük göstergeleridir. Aynı zamanda Kürt halkı kendi partisinin öncülüğünde örgütlenmiştir. Bu da devrimci durumda sübjektif faktörün varlığını gösteriyor.  

Ne var ki Kürdistan’da devrimci durumun ve sübjektif faktörün varlığı, Kürdistan öncüsünü hemen yarın devrim cephesine, “doğrudan eyleme” sürmeyi getirmez. Devlet gücünü Türkiye’deki durumdan alıyor. Metropollerde devrimci durum olgunlaşmadıkça Kürdistan devrimci süreci nihai zaferi kazanamaz. 

İşte şimdi metropollerde ekonomik kriz depremle birlikte tüm Türkiye’de devlet krizinin devrimci duruma dönüşme şartlarını yaratmaya başladı. Henüz ülke çapında devrimci durum yok, ama devrimci duruma dönüşebilecek bir ortam var. 

Solun görevi işçi sınıfını ve emekçi halkı devrimci duruma zaman yitirmeden hazırlamaktır.  

Bu hazırlığın bir ayağı Erdoğan rejimine son vermek için, “yumurtada kıl aramadan” en geniş muhalefet cephesinde yer almaktır. Diğer ayağı ise rejimin yenilgisinden sonra reformist ya da restorasyon yanlısı sistem partilerinin “devrim imkanlarını” çalmasını önlemektir.  

Bu amaçla meydana gelen yıkımdan burjuva reformlarıyla çıkılamayacağını emekçi halk arasında sistemli olarak propaganda etmek ve seçim gecesi Millet İttifakı’nın iktidar tarafından yapılacak saldırılar karşısında gerileme ihtimaline karşı, halkı uyarmak, somut olarak özellikle Yüksek Seçim Kurulu, İl ve ilçe seçim kurullarının seçim sonuçlarını tahrif etmesine karşı halk kitlelerini o gün milyonlar halinde YSK ve İl ve İlçe Seçim Kurullarının önünde nöbete çağırmak gerekir. Belki de tarihimizde ilk defa böyle devrimci içerikli bir hamle esnasında Millet İttifakının parti şeflerini alanda görmeyecek olsak bile, tarihinde ayaklanma geleneği çok zayıf olan laik ve dindar Türklerin Kürt halkıyla aynı cephede karşı devrimle mücadele ettiğine şahit olabiliriz. 

Bu kitlesel hareket karşısında aynı anda SADAT’ından, kontr-gerillasına kadar silahlı unsurların halka saldırmasına karşı ne yapılabilir? Silahsız kitle silahlı saldırganlara direnebilir mi? Devrimci süreç öyle bir süreçtir ki, o, nasıl milyonları yaratıyorsa, silaha karşı silahları da yaratır. Barbarları silahsızlandırmak ve halkı bu meşru mücadelede silahlandırmak bütün devrimci süreçlerin yasalarından biridir. 

Şu da var:  O gece devlet güçleri önemli ölçüde paralize olacaktır. Devlet krizi demek, devlet güçleri arasında ayrışmaların keskinleşmesi demektir. O gece her an “FETÖ’cü” diye tutuklanmayı bekleyen yüzlerce alt rütbeli subayın milyonlara sığınması da, bu devrimci kitlesel direnişi ezmek için üst rütbeli subayların darbeye teşebbüs etmesi de ihtimal dahilindedir. O halde bu ihtimallere de hazır olmak gerekir. 

Hiç kimse halka kolay bir demokrasi zaferi vaat edemez. Halka söylenecek olan tek şey “direnirsen kazanırsın, direnerek yenilirsen kazandığın tecrübeyle yarın kazanırsın, ama direnmeden yenilirsen, bir kere daha 12 Eylül’ü yaşar, kırk yılı aşkındır ne yaşadıysan onu yaşamaya devam edersin” demektir. 

Türkiye solunun tarihteki yenilgisinden ders çıkarmak bu nedenle şu ara çok güncel bir görevdir.  

Önümüzde hem parlamenter bir zafer ve hem de bu zaferi devrimci sürece dönüştürme imkanları var ve biz buna hem “sandık görevlileri” olarak, hem de sandıkları her türlü yöntemle savunarak hazırlanmalıyız. 

Hepimize şimdiden kolay gelsin.