Yazının başlığını “Hangi Cumhuriyet’in Kazanımları?” olarak attık, bu konuyu biraz daha genişleterek “Cumhuriyet’in Hangi Kazanımları?” sorusunu da ortaya atabiliriz. Kuşkusuz ki toplumsal açısından feodalizmden kapitalizme geçiş nesnel olarak bir ilerlemeyi işaret eder. Bu gerçeği kimse yadsıyamaz. Ne ki, komünistler Türkiye özelinde Osmanlı monarşisinden Türkiye kapitalizminin cumhuriyet yönetimine geçişi sadece “monarşiden cumhuriyete geçiş bir kazanımdır” olarak değerlendirmezler. Konuya daha ayrıntılı olarak yaklaşırlar. Eğer kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir “Halk Demokrasisi” niteliğine sahip olsaydı farklı değerlendirilirdi. Despotik bir tek adam ve tek parti diktatörlüğü olarak kurulmasına ise farklı bakarlar. Bu da yetmez, ülkenin emperyalizme bağımlılık ilişkisi ve izlenen ekonomik kalkınma modeli de değerlendirilmesi gereken faktörlerdir. Bu kıstaslardan bağımsız olarak sadece monarşiden cumhuriyete geçiş bir kazanımdır değerlendirmesi yapmak içinde ciddi eksiklikler barındıran bir değerlendirme olmaktadır. Farklı burjuva fraksiyonlarının bu tür genellemeler yapmaları anlaşılırdır. Çünkü son tahlilde burjuvazinin düzeni olan kapitalizm ile bir sorunları olmaları beklenemez. Fakat konuya işçi sınıfının bilimi açısından bakıldığında konu hiç de böyle değildir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması şeklen toplumsal ilerlemeye işaret eder tespitini yapmıştık. Böyle olduğu için partimizin kurucu önderleri Osmanlı’nın son dönemleri ve Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde ortaya bir hedef koydular. Bu hedef TKP’nin Birinci Programı’nda önemli bir yer tutmaktadır. Anadolu’da “Amele ve Rençber Şuraları Cumhuriyeti” kurulması partinin programatik politik hedefidir. TKP MK, bu politika doğrultusunda Mustafa Kemal ile irtibat kurar, görüşlerini iletir ve Ocak 1921’de Anadolu’ya geçişi gerçekleştirir. TKP MK Genel Başkanı Mustafa Suphi yoldaş, farklı yazı ve konuşmalarında sadece Emperyalist işgalci güçlere karşı mücadele ile yetinmeyeceklerini, aynı zamanda içerde toprak ağaları, Derebeyi kalıntıları, sömürücü sınıfa karşı mücadelenin de birlikte verilmesi gerektiğini belirtir. Bunun ülkede henüz bir burjuvazi oluşmadığı için burjuva demokratik bir devrim olamayacağı, ama tüm ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların Demokratik Halk Devrimi olması gerektiğini işler. Özellikle köylülerin ve yoksul tarım işçilerinin, ama en önemlisi yabancı burjuvazinin sermayedarlığında fabrika ve üretim birimlerinde çalışan işçi sınıfının bu süreçte belirleyici rol üstlenmesi gerektiğini belirtir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Sosyal Kurtuluş Savaşı niteliğine yükseltilmesi gerektiğini vurgular. Bu nedenle bizzat sürecin içinde bulunmak üzere bir parti delegasyonu için dönüş kararı alınır.
23 Nisan 1920’de kurulan Birinci Meclis bu sürece uygun bir Meclis idi. Erzurum ve Sivas Kongreleri 1919 yılında bu sürecin hazırlığı için düzenlenmiştir. Birer Ulusal Kongre niteliğini taşıyan bu kongrelerde İslami gruplar, Aleviler, Kürtler, Lazlar, Çerkesler, ve daha bir dizi toplumsal katman ve kesim ile varılan mutabakatlar mevcuttur. Birinci Meclis bileşiminde tüm bu kesimlerin temsilcilerinin yer alması, siyasal anlamda da Komünistlerin yer alması bu sürecin gereği idi. Birinci Meclis bu temel üzerinde devam ettirilmiş olsa idi, 1921 Anayasası ışığında gerek ülkenin yönetim tarzında, gerekse de ulusal ve kültürel çeşitliliği doğrultusunda demokratik bir cumhuriyet sürecine girmiş olması sağlanabilirdi. Böyle bir cumhuriyet sanayileşme ve tarımın geliştirilmesinde devletin ve kolektif üretim birimlerinin kontrolünü ön görüyordu. Ekonomik olarak plana dayalı devletçi ama kapitalist olmayan bir kalkınma modeli gündemdeydi. Ülkede sadece Türk milletinin değil, yaşayan tüm milliyetlerin egemenliği 1921 Anayasası’nın giriş cümlesini oluşturmaktaydı. Kürdistan muhtariyet, Lazistan ise sancak olarak belirlenmişti. Birinci Meclis, Mustafa Kemal’in tüm itirazları ve engelleme girişimlerine rağmen İçişleri Nazırlığına (Bakanlığına) komünist olan Nazım Bey’i seçmişti. Böyle bir Cumhuriyet’in kazanımlarından söz edebilirdik. Ancak, bu gerçekleşmedi.
Gerçekleşmemek ile kalmadı önce Komünistler ve daha sonra da tüm kurucu irade niteliğindekiler imha edilerek ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Tek milliyete, tek din ve mezhebe dayalı bir cumhuriyet kuruldu. Bu cumhuriyet de 1920 Meclisine rağmen 1923’de TBMM kurularak ve 1921 Anayasa’sına rağmen 1924 Anayasası temelinde şekillendirildi. Şimdi bu 1923 Cumhuriyeti ve 1924 Anayasası’nın neresini koruyacaksın ve hangi “kazanımlara” sahip çıkacaksın. Asıl soru buradadır. Bırakın sahip çıkılacak kazanımlardan söz edilmesine, 1923 Cumhuriyeti, 1920’de temelleri atılan Cumhuriyet kuruluşunun niteliğine yönelik bir karşı-devrim özelliği taşımaktadır.
Kimileri için oldukça ağır gelebilecek bu tespit üzerine ciddi ciddi düşünmek gerekmektedir. Çünkü 1923 Cumhuriyeti ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, başta Kürtler olmak üzere diğer milliyetleri yok sayan ve sadece Türk milleti olgusuna, kültürler ve dinlerin kaynağı olan topraklarda, tüm din, mezhep ve kültürleri yok sayarak İslam dininin Sünni kolunun Hanefi mezhebine dayanan bir niteliktedir. Siyasal alanda da “Tek Milli Şef”, “Tek Parti” temelinde örgütlenen. Kısacası “tekçi” bir anlayışla kurulmuştur. Ulus-Devlet oluşturma sürecinde devlet doktrininin niteliği budur. Kimilerinin “Atatürkçülük”, kimilerinin ise “Kemalizm” olarak adlandırdıkları bu çizginin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda belirlenen hedefler, kurulan ittifaklar ve verilen sözlerle hiç bir ilintisi yoktur. Tam tersidir.
Bu gerçekleri hasır altı edip “ama laiklik geldi” görüşünü savunanlara da bir çift sözümüz var. Eğer bir devlet yapısında yetki, sorumluluk ve maddi kaynak olarak bakanlıkların dahi üstünde, MİT gibi bir de Diyanet İşleri Başkanlığı kuruyorsanız ve bu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın içeriği sadece İslam dininin Sünni kolunun Hanefi mezhebine hizmeti içeriyorsa. Onun dışında tüm dinler, mezhepler ve kültürler yok sayılıyorsa, bunun adı “Laiklik” olamaz. İlkokullarda laikliği, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tarif ederken, Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla tüm maddi kaynaklar devlet tarafından İslam dininin Sünni kolunun Hanefi mezhebine akıtılıyorsa, diğer dinler, mezhep ve kültürler asimile edilmenin, yasaklanmanın, zorla göçün sonuçları ile karşılaşıyorsa laiklikten söz edemeyiz. Türkiye Cumhuriyetinin milliyeti Türklük, resmi dini ise İslam’ın Sünni kolunun Hanefi mezhebidir.
Diğer yandan Osmanlı’nın İngilizler’in kontrolünde olduğu savunulurken, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren İngiliz emperyalizmi ise göbek bağına sahiptir. Ulusal Bağımsızlık ve emperyalist güçlerin etkisinden kurtulmak yerine önce İngiliz, sonra Alman ve ABD emperyalistleri ile bağımlı ve kölece bir ilişkiye girilmiştir. Bu olguları görmezden gelerek “Cumhuriyet’İn kazanımlarını korumaktan” söz etmek doğru, dürüst ve ciddi bir yaklaşım değildir. Komünist ve Sosyalistler açısından savunulması hiç mümkün değildir.
Diğer ve en önemli konu ise, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kapitalist üretim ilişkileri temelinde kurulmuş olmasıdır. Bir dönem karma ekonomik sistem uygulaması ile devlet sektörüne ağırlık verilmiş ve özel sektör de kollanmıştır. Ancak, karma ekonomik sistemde devlet sektörü sayesinde özel sektörün geliştirilmesi politikası izlenmiştir. Kısacası, kapitalist üretim ilişkilerinin kurulmasında devlet sektörü ile bir alt yapı oluşturularak özel sektörün geliştirilmesi ana amaç olarak güdülmüştür. Büyük yatırım gerektiren temel sanayii işletmeleri devlet tarafından kurulmuş, üretilen hammadde niteliğindeki ürünler özel sektöre “uygun” fiyatlar karşılığında satılmış, özel sektör de işlediği bu hammaddeler ile elde ettiği kullanıma hazır ürünleri yine devlete ve piyasaya yüksek kazançlar ile satmıştır. Yine aynı özel işletmeler devlet bankalarının sağladıkları kredi, teşvik ve iltimaslarla sermaye birikimlerini yaratmışlardır. Kısacası Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren ekonomik politikalar alanında izlenen ana strateji özel sektörün ve burjuvazinin palazlanmasına hizmet etmiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet’in bu “kazanımı” burjuvazinin ve ilerde oluşacak işbirlikçi tekelci burjuvazinin kazanımıdır. Bu “kazanımın” neresine sahip çıkılması gerektiğini, bu görüşü savunan sözde “komünistler” ve “sosyalistler” bize bir zahmet açıklarlarsa biz de aydınlanmış oluruz.
Bugün, sözde Kemalist Cumhuriyetin kazanımlarının korunmasını savunanlar “laiklik, eşitlik, adalet, ” gibi bir dizi kavramları ortaya koyuyor ve bu kavramların içinin Kemalist Cumhuriyet tarafından doldurulduğunu, şimdi ise onlara göre Kemalist olmayan Cumhuriyet tarafından yok edildiğini savunuyorlar. Bu kavramları dönemin kazanımları olarak niteliyorlar. Bizler ise nedense bu konuların yani “kazanımların” hiç birinin olmadığını tespit edebiliyoruz.
“Laiklik" gibi en hassas oldukları konudaki gerçeklere yazımızın üst bölümünde değindik. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren hiç bir zaman laik olmadığını ortaya koyduk. Bugün dini vurguların biraz daha fazla olduğu gerçeğini inkar etmiyoruz ama sınıf düşmanımızı da din unsurunu hangi dozda kullandığı ile ölçmüyoruz. Çünkü burjuvazi burjuvazidir, İslami burjuvazi, İslami olmayan bir burjuvazi gibi kavramlar bilimsellikten uzaktır. Halk arasında “sermayenin dini imanı paradır” gibi sık ve yaygın kullanılan bir deyim vardır. Evet, sermayenin, yani burjuvazinin niteliğini belirleyen kıstaslar, din, mezhep, ulus gibi nitelikler değil, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet gerçekliği ve artı-değer sömürüsüdür.
“Adalet” kavramı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren uygulanmamış bir konudur. Daha Birinci Meclis vekil ve bakanlarının kurşunlanarak veya idam edilerek ortadan kaldırılması nasıl bir adalet anlayışının ifadesi olabilir. Veya bizim aklı evvel Kemalist “solcularımızın” iddia ettiği gibi TCK’nın 141 ve 142 gibi maddelerin olduğu hangi ceza kanunu “adaletli” olabilir. Alevilerin, Kürtlerin, Rumların, Ermenilerin, Ezidilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Lazların yaşadıklarını görmezden gelmezsek nasıl bir “adalet” anlayışının “kazanım” olabileceğinden bahsedebiliriz? Kendinden başka siyasi görüşlere söz hakkı tanımayan, en başta komünistler olmak üzere tüm kendine muhalif akımları kan ve terör ile yok eden bir zihniyetin hangi adaletinden söz edebiliriz. Bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde tahakkümünü suç sayan ama burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümünü kanun sayan bir düzen nasıl adaletli olabilir?
“Eşitlik” kavramından bahsediliyor. Ne sınıfsal anlamda ne Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan farklı milliyetlere, dinlere, mezheplere mensup yurttaşlar arasında herhangi bir eşitlikten söz etmek mümkün olabilir mi? En başından itibaren işçi sınıfının ve köylülüğün sömürülmesi temelinde kurulan bir Cumhuriyet için eşitlikten bahsetmek abes ile iştigal anlamına gelmektedir.
Kadın hakları konusunda eşitlik sağlandığı, kıyafet alanında batılı modernleşmeye yönelindiği, alfabenin Osmanlı alfabesinden Latin alfabesine dönüştürüldüğü gibi estetik değişimlerin olması işin özünü değiştirmiyor. Kadın hakları konusunda eşitlik sağlandığı büyük bir yanılgıdır. O dönemde bu üç alanda yapılan tek değişiklik batı modeline uyum sağlamış olmaktır. Batı modeli olarak adlandırdığımız ise burjuva kültüründen başka bir özellik değildir. Değilse, kadınlara “eşit işe eşit ücret” mi sağlanmıştır, kadınların toplumda eşit yeralımı mı yaşama geçmiştir? Bu gibi estetik ve batılı emperyalistlerin arzuladığı değişiklikleri “Cumhuriyetin kazanımları” olarak sunmak, meselelerin özünü gözden kaçırmaya hizmet etmektedir.
Bu çevreler son yirmi yıldır cumhuriyetin tasfiye edildiğini öne sürerek cumhuriyeti savunduklarını iddia ediyorlar. Bu söylemin aynı yanlışlar silsilesinin devamından başka hiç bir özelliği yok. Kuşkusuz ki biz cumhuriyete karşı değiliz. Ama hangi cumhuriyet? Önce bu soruyu yanıtlamak gerekir. Türkiye de bir cumhuriyet, Federal Almanya da bir cumhuriyet. 1991 yılına dek Sovyetler Birliği veya Demokratik Almanya da birer cumhuriyetti. Bugün Küba da Vietnam da birer cumhuriyetler. Bu durumda cumhuriyetin niteliği önem kazanıyor. Evet, biz demokratik bir halk cumhuriyetinden ve sosyalist bir cumhuriyetten yanayız. Ama kapitalist bir cumhuriyetin karşısındayız, yetmiyor o cumhuriyeti bütün kurum ve kuruluşları ile yapı olarak yıkmayı hedefliyoruz. Burjuvazinin, sermayenin cumhuriyetini yıkarak ortadan kaldırıp, işçi sınıfının cumhuriyetini kurma amacını taşıyoruz. Bu durumda 1923’de kurulan ve başından itibaren sermayenin cumhuriyeti olan, emperyalizm ile işbirliği temelinde kurulmuş olan, emperyalizmin ileri karakolu rolünü üstlenen bir cumhuriyeti nasıl ve neden savunabiliriz. Türkiyeli komünistler, TKP Program taslağının tarif ettiği “Türkiye Federatif Sosyalist Cumhuriyeti” ile Mustafa Suphi ve yoldaşlarının “Amele ve Rençber Şuralar Cumhuriyeti” hedefine yönelmiş durumdadırlar. Komünistlerin savaş yolunu bu stratejik amaç belirlemektedir. Bu stratejik amaca ulaşmak için “Anti-Emperyalist Demokratik Halk Cumhuriyeti” sürecinden geçilecekse de, bu demokratik cumhuriyet 1923 yılında kurulan kapitalist cumhuriyetin niteliklerini “korumak” için değil, aşmak için tarif edilmiştir. Onun dışında olan her yol devrimci değil, reformist, komünist politika değil, burjuva kuyrukçu bir politikayı ifade eder.